21 Aralık 2012 Cuma

Mutluluğu tek kişiye bağlamak..


Nazım Hikmet’in çok sevdiğim bir şiiri vardır. Beni en çok etkileyen cümlesi ise; sen mutluluğu hiç bir zaman tek kişiye bağlamadın ki...Bu söz bana herşeye rağmen güçlü olmayı hatırlatır.

Gerçekten hayat çok garip.Hepimizin çok farklı dünyaları, düşünceleri ve yaşamları tarzları var. Lakin bir de elindekilerin kıymetini bilmeyip, mutluluğu tek kişiye bağlayanlar var. O olmadan yapamayanlar, hayatını kaçıranlar, üzüntü ve sevinçleri tek kişiye bağlayanlar var. Bu durum, beni hakikaten çok şaşırtıyor. Kadın olsun, erkek olsun bizler bireyiz, bizler tek başına birer canlıyız. Allah bizi yaratırken bile bizi tek yaratıyor ve hayat yolculuğumuz tek başına başlıyor.Tek başımıza yine toprak oluyoruz. Bu şekilde kurulan dünya düzenine neden isyan ediyoruz? Anlamıyorum...

Bu dünya düzeninde mutluluk veren o kadar çok şey varki, saymakla bitmiyor. Bütün hatalarımıza rağmen bizi affeden ailelerimiz, kahkaha atıp çay içtiğimiz dostlarımız, bizi karşılıksız seven insanlar, duyabilen kulaklarımız ve görebilen gözlerimiz var. 
Bir de mutluluğu tek kişiye bağlayıp, hayatından, dostlarından, ailelerinden vazgeçenler... Bize hediye edilen hayatı, ıskalayanlar... Evet, hayat güllük-gülistanlık değil ama mutluluğu tek kişiye bağlayacak kadar basit de değildir.
Bazen duygularınızı ifade edemeyecek anlar olur. O zaman birilerinin sizi anlamasını istersiniz. İşte benim duygularımı anlatan en iyi cümleler:...
Senin hayatı ıskalama lüksün yok
Her zamanki gibi yaşayacaksın sen.
"Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü birşey değil.
Sen mutluluğu hiç bir zaman tek kişiye bağlamadın ki...


Melek GEDİK

HAYALLERDE BİLE


Vapur hiç olmadığı kadar boştu,
Deniz hiç olmadığı kadar sakin ve yeşil,
Gökyüzü hiç olmadığı kadar sisli ve bulanık,
Kız kulesi hiç olmadığı kadar yalnız.

     Ve ben hiç hissetmediğim kadar çok duygunun istilasındayım.
Her şimşek aynı anda çakıyor beynimde.Her hatam aynı anda çarpıyor yüzüme. Hepsi ayrı ayrı acıtıyor. Her mutlu anım tek tek dönüyor gözleriminönünde. Her kare ayrı ayrı tebessüm ettiriyor dudaklarıma.hepsi için ayrı ayrı gözyaşım var dökemediğim.acımdan,kahkalarımdan,kayıplarımdan,kazandıklarımdan,mutluluklarımdan içime akıttğım gözyaşlarım…
   
    Ve artık içimde bir nehrim var. Suyun hiç olmadığı kadar yeşil olduğu, yeşilin hiç olmadığı kadar güzel olduğu.Yelkenleri istediğim tarafa yönelttiğim rüzgarın hep benden yana olduğu ,engelin kısıtlamanın olmadığı özgür bir nehir…
    Dibini canıma batan cam kırıklarıyla süslediğim bir nehir…
    Ördeklerin çizgifilmlerdeki gibi peş peşe boy sırasına göre süzüldüğü birbirini kollayan ihanetin olmadığı güvenin sonsuz olduğu büyük balığın küçük balığı yemediği güçlüsü zayıfı olmayan bir nehir…
    Ve gökyüzüm var tabii…
     An itibariyle boğazda başlayan kar gibi bembeyaz, üzerimize örtülen pamuktan yorgan gibi yumuşacık bir bebeğin pamuktan elleri gibi bembeyaz günahsız lekesiz bir nehir…
    Tuttum içimdeki ateşi yuvarladım en uzaklara koydum güneş diye pamukların arasına. Artık sıcak ve aydınlık bir nehir…
    Çocuklar gördüm nehrin kenarında kağıttan gemiler yüzdüren, kürekle kumdan kaleler diken, renk renk balonların peşinde koşuşturan, salıncakta pamuklara yükselen. Şakıyan kahkahalar atan pırıl pırıl çocuklar.sonra nehrime yansıdı saflıkları ,ışıltıları ,masumlukları  sabilerin.Daha bi güzel göründü gözüme nehrim...
  
   Ve tüm bu görünen güzelliklere rağmen;
Hala tuzluydu nehrin suyu hiç olmadığı kadar,
Kar hiç olmadığı kadar soğuktu
Rüzgar elbet gidecekti güneşi görünce
Beyaz hiç bu kadar som ve korkutucu olmamıştı
Ve çocuklar…
Hiç olmadığı kadar çamura bulamıştı ellerini ve giysilerini

Yürüdüm kıyısından derinliklerine nehrimin. Cam kırıkları hiç bu kadar yakmamıştı canımı.

Anladım…

Burada  rahatı, huzuru, dinginliği, eşitliği aramamalıydık. Hayallerde bile...

Ve deniz bitti indik.
 Kadıköy iskeledeyim soğuk kırılmış ama kar hala var ve YUMUŞACIK.

MELEK KARAKAYA

18 Aralık 2012 Salı

Düşünmenin suç olduğu..

Nerden bile bilirdi ki düşünmenin suç olduğunu!!!
Zaman hızlı geçiyordu..artık hızla bitiyordu hayatlar...
Durup, düşünmek zayıflık,
Düşünen insan suçlu oldu.
Kaldıramadın modern dünyayı, yükünü düşünen insan...
Gürültü, kalabalık, sıkıştırılmış zamanlar da olmadı.
Düşünen insan, iç sesini dinlemek isterdi ama zaman izin vermedi.
Yetiştirilmesi gereken işler, dönmesi gereken çarklar vardı.
Hızlı yaşamaya ayak uyduramadı.
Kaçmak istedi neresi olursa olsun , kafasındaki bütün seslerden kurtulmak için...
Ama yapamadı dört bir yanını saran modern duvarlara çarptı.
Bağırmak istiyordu sadece avazı çıktığı kadar...
Hayatın anlamının düşünmek olduğunu biliyordu, düşünmenin müthiş heyecanını damarlarında hissediyordu..
Kafasındaki binlerce düşünce, ona insan olduğunu hatırlatıyordu...
Sonra bir şeyler değişti, zaman mı, mekan mı? Yoksa insanlar mı? Anlamadı...
O durup düşünürken, herkes koşmaya başladı... Onlar koşarken, düşünen insan durdu...
Düşünen insan anlam veremedi bu hızlılığa..
Nerden bile bilirdi ki düşünmenin suç olduğunu?

Melek GEDİK

15 Aralık 2012 Cumartesi

O Allah'tır,tarifi olamaz..


Söze Allah (c.c) diye başlamak haddime değil. Ama ben yine Allah demek istiyorum bütün içimle. Allah.
Düşünüyorum beş harfli bir kelimeye bütün kainat nasıl sığar? Bu nasıl anlatılamayan,anlaşılamayan bir şeydir.  Bu içine girdikçe kaybolduğumuz, hatırladıkça unuttuğumuz bir derya ki,tarifi yok.

Esmalarının gizemi zaten aşikar.Her birinde ruhumuzun ve bedenimizin şifası gizli. Her esması özellikle bir anlama gelirken, aslında bütün anlamları içinde barındırabiliyor.. Hepsi birbirinden farklı ama ALLAH ile hepsi birleşen.

 Düşünün ki varlığı mutlak ve kesin olan bir yaratıcı var. Ondan başka yaratan olmadığına yemin ederim.Bütün güzellikleri en üstün şekilde kendinde toplamış. Bunları tasarrufla kullarına da vermiş. VEHHAB  ismi ile her türlü nimeti kullarına bahşetmiş. Merhametlilerin en merhametlisi...

Her isminde binler şifanın gizlendiğini bilipte şifayı başka yerde aramak gibi bir gaflete düşeriz.  GAFFAR esması yetişir.. Günahları,sevaba çevirir..

Yeri gelince ‘üç günlük dünya bu’ diye tarif edip,ölmeyecek gibi yaşarız. Böyle bitmeyen bir gurur,kibir. Her şeyi bilme edaları. Allah’ın ALİM ismi çarpar suratımıza tokat gibi. Bütün ilimlere ezeli ve ebedi sahip,ilminde sahibi.Her şeyi bilen...

Aslolan Allah, asıl izzet sahibi Allah’tır,iman ederiz. Kullarına da aziz olmayı nasip eden yine O’dur. MUİZ ismi ile muamele etmiştir. Aziz kıllar,izzet sahibi eder..
 Yalnız biz kullar olarak nankörlükte yarıştığımız için değer bilmez,kibirleniriz. Vasıfları kendimiz edinmiş gibi,elimizden alınma ihtimalini düşünmeyiz. Takvadan başka üstünlüğün kabul edilmeyeceği Allah katını unutur,insanı hor görürüz. Allah’ın en güzel eseri, insanı. Birden MUZİL ismi çıkar karşımıza, zillete düşürür.

Bir ismi var ki hepsini içine almış. Ona örnek,tarif hiçbir şey işlemez. O  isim ağızdan çıkınca, kalpte durmuyor yerinde. ALLAH diye feryat edesi geliyor. Bazen öyle an  oluyor ki, dört duvar dünyanın cehennemi gibi geliyor. Gitmek istiyorsunuz adını bilmediğiniz alemlere. Sırf ALLAH diyerek.

İşte böyle 99 tane örnek verilirde, ben  yapamam.  Ne ilmim var, ne cesaretim.  Bir eşyayı,bir insanı anlatabiliyorsunuz. Onu bir sürü sıfatla övebiliyorsunuz. Ama bazen öyle an geliyo ki Allah’ı övecek sıfat bulamıyorsunuz.Çünkü o bunları değil daha güzelini hakediyor. Lisan da yetmiyor ki. J

Ey merhameti çok olan Allah’ım, Gaffar esmasıyla affet,Muiz isminle aziz kıl,zillete düşürme bizleri. Dünya bir imtihan, Vehhab  isminle yüzümüze bak. Diğer esmalarınla şifadan nasiplendir bizi. Ruhumuzu hasta etme. Yoluna düşür Ya Rabb!  Gönlümüzde en güzel yere sen gir. Şah damarımızdan yakınsın,kalplerimizi de al..

Seni çok seviyoruz. Hatalarımızda olsa Rahman ve Rahim ismine sığınıyoruz. Rahman ve Rahim olan adınla başlıyoruz.
Bismillahirrahmanirrahim..
ES-SELAMU ALEYKÜM..


Pınar KÖSE

10 Aralık 2012 Pazartesi

ZAMANSIZ RÜZGARLAR


Ben hep zamansız rüzgarların dili oldum...
Ya çok erken vardım, ya da çok geç kaldım...          
Korkulardan kaçıp, cesarete sığındım...
Ama yine yalnız kaldım..
Hissetmemek için kaçtım... Kaçtıkça kayboldum..
Denizleri dost..rüzgarı nefes yaptım kendime..
Ağladıkça gözyaşımı denize bıraktım..
Yeni baharlara umut olsunlar diye...
Artık gözyaşlarımı başka denizlere bırakmak için gidiyorum..
Umut dolu günleri yaşamak için.. Kimseye hissettirmeden, sessizce...





Melek Gedik


.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Bu da geçer ya hû: Unutma !


Zenginlik de fakirlik de, hastalık da sağlık da, mutluluk da, başarı da başarısızlık da.. Hepsi geçicidir. 

Hatta hayat bile.. 

Bakî olan Allah'tır..

Bu sözler teslimiyet duygusunun en güzel ifade edilmiş biçimidir. Bu dünya imtihan, sınav dünyasıdır.
Bu sonu olan bir dünyadır dostlar...Aslında biz bunları bilen fakat; farkında olmayan “güzel yaratanın” aciz kullarıyız...

Nefes alışlarımız, kalp ritimlerimiz, heyecan duygularımız sadece onun elinde..Biz insanoğlu gurur maskesi altında “her şeyi ben yaptım” nidaları arasında dünyanın sonlu uçurumuna sürükleniyoruz.
...
Zenginliğin verdiğin güçle avunuyor... Fakirliğin yaşattığı duygularla vahlanıyoruz.. Ama peygamberimizin gözünde fakir bir hayat süren insan ,“ne güzel insan”dır.

Önemli olan zenginliğin yüzünden insanların gıpta ettiği bir insan olmak mı? Yoksa kulların “sevgilisi efendimizin” güzel gördüğü bir  insan olmak mı?

Sağlıklı bir ömrü  Allah yolunda harcamak mı hayırlıdır? Yoksa gelip geçici zevk uğrunda kaybetmek mi?

Mutluluk, başarı ne güzel duygulardır ama; lakin onlarda geçicidir..

Zaman zaman iç sesimi dinliyorum. Kulağımda hep şu sözler; “Bu dünya sonlu. Bu beden gidecek. Bir gün toprak olacak. Ve o zaman ruhum baki kalacak. Dünya nimet ile beslediğim bedenim toprak oldu. Ruhumu besleye bildin mi? Ruhumun ilacı nerede? Buldum mu?

Ruhumuzun ilacını bulmaya çalışmak ne acı... Bilip te yaklaşmamak... Koşarken yürümek ne keder... Bildiğin halde bilmemezlikten gelmek... Acıttığı halde umursamamak...

Kalplerin siyah noktalar ile kapandığı şu günlerde bizi; sonsuz ışığınla aydınlat Rabbim....

MELEK GEDİK

4 Aralık 2012 Salı

“Gözyaşı ile tebessüm” arasında “SEVMEK”


Sevmek... Her şeyi ile  sevmek...
Sevgiyle, aşkla  kimi zaman nefretle sevmek...
Acısıyla, üzüntüsüyle,  ama  mutlulukla sevmek...
Gözyaşlarını yağan yağmura bırakıp,  yaşları gülüşe çevirerek sevmek...
Mesafelere rağmen, mesafeleri hiçe sayıp sevmek...
Kıyamadan , ama acıtmak istercesine sevmek...
Gözyaşıyla anlatırken,tebessüm ile anarak sevmek...
Deli rüzgarıyla, sakin deniziyle sevmek...
Korkarak ama her şeye rağmen cesaret edip sevmek...
Göz yaşını tebessüm ile karıştırıp,  sonsuza kadar sevmek...


Melek Gedik

2 Aralık 2012 Pazar

Bir Gönül Adamı: Ömer Lütfi Mete


Ünlü şair ve senarist Ömer Lütfi Mete ölümün 3. yılında dostları tarafından bir anma programı gerçekleştirildi. Mete, yakın dostları ve sevenleri tarafından bir kez daha sevgi dolu sözlerle anıldı.
Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul şubesin’de gerçekleştirilen programa Ünlü yönetmen Osman Sınav, Oyuncu Ahmet Yenilmez, senarist Uğur Uzunok, Yenişafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan ve Ömer Lütfü Mete’nin oğlu Ali Buhara Mete’ de katıldı.
Ömer Lütfi Mete 18 Kasım 2009’da aramızdan ayrıldı. Hayata gözlerini kapamasının 3. yılında büyük bir vefa örneği Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) yaşandı. Mete’nin mesai arkadaşları ve yakın dostları Mete’yi sevenleri ile buluşturdular. Programa Olcay Yazıcı’nın Ömer Lütfi Mete’yi  anlatan şiiri ile başlandı. Daha yine Olcay yazıcı’nın kaleminden çıkan Mete ile ilgili düşünceleri  sevenlerine aktarıldı. TYB İstanbul Şubesi başkanı Mahmut Bıyıklı’nın açılış konuşmasından sonra dostları Mete’yi  anlattılar.
Osman Sınav: “Ömer abi, adam gibi adamdı”
Anma programına katılan Ünlü yönetmen ve yapımcı Osman Sınav Mete ile ilgili düşüncelerini şu sözlerle ifade etti. “ Ömer abi ile birlikte çok yoğun çalıştık. Çok koşturan adamdı. Ben koşturdukça sürekli onu hatırlıyorum.  Sürekli bir yere yetişmeye çalışırdı.. Hergün  dostlarının telaşlarına o da onlarla  koştururdu.  Koşa koşa çok erken gitti.  Ama bize çok iyi eserler bıraktı. Şiirler, fikirler ve senaryolar..Karadeniz insanın fikir ve karakter yapısını  Ömer abi ile öğrendim. O kuşçunun dili oldu. Kendi düşünceleri kuşçu ile söyledi.  Benim kuşçum ise; Ömer abi oldu. Bana çok şey kattı. Kötülüklere karşında susmayan, direnen bir insandı. Kısacası, adam gibi adamdı.”
Babam, çok özgün bir insandı
Anma programanın en dikkat çeken ismi, Mete’nin oğlu Ali Buhara Mete oldu. Babasını anlatan oğlu şu sözleri kaydetti: “Babam çok özgün ve farklı br mizacı vardı. Bir çocuğun sorgulamasına yardımcı olmaya çalışır. Bizi yetişkin gibi dinlerdi. ‘ Gelecek nesillere  hakkımız var’ diyerek, ona göre hareket ederdi.  Ölmeden önce 5 kitap yazacaktı, kurguları hazırdı fakat; ömrü yetmedi. Entellektüel bir insandı. Sürekli insanların içinde olduğu için halkı çok iyi tanıdı. Minibüse binerdi, halkın içinde olmayı seviyordu.  Sürekli okuyordu ve bu yüzden hep yeni şeyleri konuşuyordu. Çok gönül almıştır ve tam bir  gönül insanı olduğu düşüyorum.”
Ahmet Yenilmez: “Kendini  fark ettirmedi, fark ettirmeden çekip gitti ve fark edilmiyor.”
Oyuncu Ahmet Yenilmez Mete’yi şu sözlerle anlattı: “ Ömer abi’nin övgüden çok  duaya ihtiyacı var. Kendini  fark ettirmedi, fark ettirmeden çekip gitti ve fark edilmiyor. Ömer abi’yi bizim kuşak çok zor buldu. Hiç bir zaman boş durmazdı. Ömer lütfi hayalleri olduğu için yazması gerekirken,  mecburiyette yazdı.  Sanatçı sadece hayalleri için yazarlar..  Onun eserlerinin birkaçında oynama fırsatı buldum. Her zaman Ömer Lütfi Mete gibi abilerimizi arkalarından yürüdük yanında değil; edebimizden dolayı çünkü,onları mertebesine yetişmek zordur.  Hep tebessüm ederdi. Onu hep tebessümü hatırlıyorum. Onun hikayeleri sessizlerin sesi oldu. “
 Yazar Yusuf Kaplan Mete’nin tam bir gönül insanı olduğunu bu dünyadan hiçbir beklentisi olmadığını söyledi.  Kaplan: “Ömer abi gönül adamıydı. Bu toprakların mayasıyla yetişmiş güzel ve canlı bir örnekt. Bize bıraktığı en büyük miras sinema  da yaptığı öncü işlerdir. Özellikle diziler ile çığır açmış kimsesiz garip anadolu insanının önünü açmıştır. Çok ciddi bir kuşak yetiştirdi.  Bundan sonrası için önemli olan onun ruhunu yaşamaktır ve onun beslendiğin kaynakları canlı tutabilmektir.”dedi. 

Melek Gedik

30 Kasım 2012 Cuma

Ölüm Allah'ın emri Fatma...



Ekim ayının 13’ünde Bahçelievler de bir kardeşimiz vefat etti. Cinayete kurban gitti.Daha acımasızca söylemek gerekirse.Bu cinayetin altından 3 yıllık bir hikaye çıktı. Okuduğumda donup kaldığım,anlamakta güçlük çektiğim  bir hikaye...

Ölüm Allah’ın emri tabi. ‘Acısı yerde kalsın’ diye bir söz vardır. Bende bu sözün arkasına sığınarak her ölünün arkasından rahmet diler, unuturum.  Hayatımda ilk kez tanımadığım,bilmediğim bir insan için ağladım,sızladım. O güzel, toprağın altında 1,5 ayını devirdi. Ben hala bazı şarkıları onu düşünmek için dinliyorum.

Bu da o zamanlar Fatma Nur kardeşime yazdığım bir mektup.


“Öncelikle şunu söylemek isterim ki seni hiç tanımıyorum. Görmedim,arkadaşlık etmedim,muhattapta olmadım. Ama din kardeşliğimizden mi bilmiyorum iki gündür ağlıyorum sana. Belki aynı yaşlarda olmamız, ikimizinde üniversitede olması, başörtülü olmamız.. Bilmiyorum bir şey var beni sana çekiyor. Ellerim sürekli ismini yazıyor internette. Yazdıklarını okuyorum deli gibi. Ölmeden 2 saat,işkence başlamadan 10dk. önce son yazdığın tweetlere bakıyorum uzun uzun.. Sonra aşşağılara iniyorum. Son bir kaç ayda ölümle ilgili yazdıkların çarpıyor gözüme. Malum oldu da ondan mı yazdı bu sözü diyorum : “Planlar yapariz ucsuz bucaksiz... Hersey bir anlik ölüm bir anlik ve tek kisilik” ..

Ya hayatımda tanımadğım kimse için ağladığımı hatırlamıyorum kardeşim. Ama sana yandım resmen. Allah’ın verdiği başım üstüne. Rabbim kötülük vermez ki. İnsanlar Fatma Nur, insanlar çok kötü. Belki de mutlusundur öldüğün için.Öyle kötü insanlar var artık. Tecavüz ederken boğulduğunu,nefes almadığını anlayamayan biri var mesela. Bu adam 1 çocuk babası, evli. Hayata yenik başlamış bir yavrucağın babası..Acizliği tavan yapmış, Allah’ın ona verdiği fiziksel kuvveti güçsüz bir kıza kullanmış,hayatı  zevk uğruna sönmüş bir zavallı..

Çaresizliğini hissetmeye çalışıyorum. İlk nasıl anladın kötü niyetini onun merak ediyorum. Ölürken neler hissettiğini,anneni,babanı,sevdiğini düşündün mü diyorum. Ertesi gün için planların var mıydı mesela? Sen ölürken sevdiklerin nerde gülüyordu. Ev arkadaşın kapıyı açınca seni ne halde gördü merak ediyorum.Kendimi düşünüyorum trafikte olduğum için söyleniyordum zavallı gibi.. En çokta neye yanıyorum biliyo musun? Ramazan’ın son günü Allaha dua eder gibi yazmışsın “bir daha ki ramazana ulaştır” diye.. Daha güzellerini gör Fatma. Güç toplayabilsem o eve gelip eşyalarına dokunmak isterdim. Seni çok sevdim niye bilmiyorum. Belki Allah nasip ederde cennette kardeş oluruz Fatma Nur,canım.

Dualarımdasın..”

Pınar Köse

MODERN ÇAĞ VE ONUN GÖRÜNMEYEN DUVARLARI


Evet, kimsenin görmediği fakat her tarafımızı saran çok kalın duvarlara sahibiz. Bu duvarlar şu an ki Dünya sistemini saran; bazılarına göre küreselleşme, bazılarına göre vahşi kapitalizm. Fakat ben bu sistemin sizlere siyasi ya da ekonomik yönlerini aktarmak istemiyorum. Çünkü bu sisteme muhalif herkes bu yönleri ile ilgili görüşlerini aktarmaktadır.
Bu sistem; bize aslında sevgisizliği aşılıyor. Hepimizi kalpleri taşlaşmış robotlara benzetmek istiyor. Öyle bir dünya da yaşıyoruz ki; iletişim gün geçtikçe çığ gibi büyüyor, dünya’nın öbür ucundan haber almak, bağlantı kurmak hatta alışveriş yapmak mümkün. Fakat geniş odalı evlerinin ayrı köşelerinde konuşmayan, iletişim kuramayan aileleri bu büyük iletişim dünyasının neresine koymalıyız sizce?
Bizleri küçük  evlerimizden çıkaran ve yüksek katlı sitelere taşıyan, bizi sadece çalışıp para kazanmaya odaklayan bir dünyadayız , artık. Komşularımızla olan ilişkiler, komşumuzun dertleriyle ilgilenmek tarih sahnelerine kavuşmak üzere. Her gün o kocaman evlerden çıkıyoruz,  çalışıyoruz sonra evlerimize geri dönüyoruz. Peki ,bu kısır döngü içerisinde ben ya da biz ne kazanıyoruz. Evet , parayı; dünya sisteminin vazgeçilmez metasını kazanıyoruz.
Peki , ne kaybediyoruz? Sizi bilmiyorum ama ben insanların kalplerindeki sevginin gittiğine inanıyorum. Hatta sevginin nefrete dönüştüğüne inanıyorum. Bu sisteme dair daha birçok misal verebiliriz; insanlar artık konuşmaktan hatta selam vermekten acizler. Arkadaşlıklar çıkar ilişkilerine dayanıyor. Dostluk, arkadaşlık o mühim muhabbetler yok. İnsanların dertlerine  ve acılarına ortak olmak ; diğer insanlara saçma geliyor. Oysa bunlar; insanların yüreklerinde halen, sevgi kırıntıları kaldığını simgeleyen küçük detaylardır.
Artık teknoloji çok ilerledi, sağlık imkanları her gün daha da gelişmekte. Fakat artık sağlıksızız; çünkü vücudumuz ya da ruhumuz maddi doygunluğa belki fazlasıyla ulaşıyor. Peki, manevi doygunluk o nerelerde ona nedense ; kimse ulaşamıyor  ya da biz ona  ulaşmak istemiyoruz.
Belki katılaşmış kalplerimizi yumuşatmak için; bir bebeğin ellerini tutmak, bir çocuğun gülen gözlerine doyasıya bakmak ya da her gün bak yine bu gün de nefes alabiliyorum; diyebilmektir . Evet, duvarlar aslında, onları yıkmak çok kolay; fakat yıkabilecek olanlar, bu duvarları görmediği halde inananlardır . Bu duvarları gerçek sevgiyi bulmak isteyenler yıkabilirler. Bu duvarları olumsuzlara rağmen ben varsam, bir sebebi var diyenler yıkabilirler. Her şeye rağmen nefes almak isteyenler yıkabilirler.
                       Görünmeyen duvarlarımızı sevginin gücü ile yıkalım!

MELEK GEDİK

29 Kasım 2012 Perşembe

Belki bizimde evlerimiz bir ikindi vakti lavanta kokar...


İnsanların ayrıntılara boğulmadığı günlerden kalma güzel bir cümle vardı:
"Göz gördü gönül sevdi". Ali Ayçil
Ali abimiz ne güzel demiş. İnsanların ayrıntılara boğulmadığı o günlerle alakalı. Biz facebook ve twitter çocukları olarak o günlere erişemedik ne yazık. Babaanne evlerinin yemek koktuğu,bir kaç demlik çay ile sabaha kadar sohbetin döndüğü,o lavanta kokulu günlere yetişemedik.
Şu yukarıdaki mübarek söz gibi ayrıntılara boğulmadığınız o günlerde istemez miydiniz sevmeyi? Gözünüzün görüpte, gönlünüzün safiyane duygular beslemesini.. Hepimiz isterdik elbet. İlle de karşı cinsle ilgili bir durum değil bu. Anayı,babayı,dostu,akrabayı... Karşılıksız sevmek,sabretmek,iyilik için koşmak. Bu kavramlar yarım yüzyıl kadar öncede kaldı artık.

Tüketmeye itildiğimiz,evlerimizde ebeveyn-kardeş ilişkilerimizi yürütmeye ‘çalıştığımız’ bu yeni dünya bizimdir arkadaşlar. Elektriklerin kesilmesiyle evde geçmeyen zaman bizi nerelere götürüyor. Belki söylediklerim binlerce kez söylendi. Belki klişe gelecek sizlere. Ama ne yazık ki gerçek.
Hadi hepimiz kabul edelim. Çoğumuz günün birinde bize kapıyı açamayacak ev halkına “bugün ne yaptın” gibi basit bir soruyu sormuyoruz. Çoğumuz otobüste cama kafamızı yaslayıp uyumak varken, akıllı telefonlarımızla geyiklere dalıyoruz. Mesajlaşmanın bile bir güzelliği vardı diyeceğimiz dönemlere gidiyoruz. Evet mesajlaşmak mektuplaşmak gibi tarihe gömülüyor.
Biz bu acımasız dünyanın çocukları olarak duygularda başta olmak üzere her şeyi hızlandırılmış ders tadında yaşamaya başladık. Bir silkelenmek herkese iyi gelecektir belkide. Zira bu köprüden önce son çıkışa benziyor. Sosyal medyadan kafasını kaldırabilenler umut vaadediyor artık.
Blog için ilk yazım belki çok karamsar gelebilir. Ama insanlara gereksiz hayallerle doldurmak yerine,naçizane uyarmak daha faydalı diye düşünüyorum. Ben bu yazıyı yazmaya çalışırken yukarıdaki sevimsiz kategoriye kendimi de dahil ettim. İnşallah, evde pişen çorbanın hamburgerden daha lezzetli olduğunu farkedebilir, sosyal medyadan kimsenin uzmanlaşamayacağını idrak ederiz.
Belki bizimde evlerimiz bir ikindi vakti lavanta kokar.. Belki bir gecede 5 arkadaş 3 demlik çay içeriz..
Blogumuza hoşgeldiniz:)
Pınar Köse

TEK DERDİMİZ; ÇAMLICA’YA VE TAKSİM’E CAMİ DİKMEK OLDU!!!



Günlerdir gündemde olan konulardan biri; cami projeleri. İstanbul ‘da yapılması planlanan 3 cami projesi var. Bu camilerin gündemde olma nedeni ise ;  yapılacağı yerler. Çamlıca tepesi’ne, Taksim’e ve Göztepe Parkı’na yapılması planlanıyor. Fakat beni rahatsız eden nokta; ne cami yapılması, ne de yapılacağı yerler.
Beni rahatsız eden şey bizim ilgilenmemiz gereken bu kadar zor, gerçek ve sıkıntılı dertler varken bu konular ile neden meşgul ediyorlar?Gündemimiz neden camilerin yerleri yada  mimarileri?  Terör, Kadına şiddet, Savaş , işsizlik, yolsuzluk gibi birçok derdimiz sıkıntımız varken, medya bize niye bunları dayatıyor?
Taksim'de yapılması planlanan cami
Oturup tüm siyasetçiler, gazeteciler bu meseleyi tartışıyorlar.  Tek derdimiz cami yapmak ya da ‘Muhteşem yüzyıl’ analizi yapmak mı? Bir ülkede kilise ya da sinagog yapılsın yada yapılmasın diye bir tartışma olmaz.  İhtiyaç ve talep varsa; insanların ihtiyaçları ve talepleri karşılanır. Bizim doğal hakkımız olan ibadet özgürlüğüne yada ibadet yerine hiçkimse karışıp, hüküm veremez. Talep edilen yere cami, kilise, sinagog , cem evi yapılmalı. Bunu en güzel örneği; Kayışdağ Darülazace’dir. Burada  üç dinin ibadet yeri  vardır. Çünkü olması gereken budur.Ama hala benim güzel ülkemin siyasetçileri ve medyası bu konuları ninni edasıyla bize anlatıyorlar, bizde bu ninnilerle uyuyoruz.


Uyanmak ümidiyle:)




Melek Gedik

KİTAPLAR KONUŞUR, ENGELLER KALKAR


Engelliler için büyük bir bilgi hazinesi oluşturan sesli kitaplar ile birçok engelli ‘hayatı farklı açılardan duyuyor’. Görme engellilerin hayata ses ile tutunduğu ‘Sesli Kitaplar projesi’ yoğun ilgi görüyor.
Ülkemizde görme engelliler için yapılan birçok çalışma var. Bu çalışmalar arasında en önemlilerinden biri sesli kitap uygulaması. Sesli kitap uygulaması hakkında bilgi veren Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Ayten Şan: “Beyazıt Devlet Kütüphanesi sesli kitap uygulaması bölümü, 1992 yılında bakanlığın öngörüsü ile açılan bir bölüm olup, kurulduğu tarihten bu yana her kesiminden görme engelli vatandaşlarımıza ücretsiz olarak hizmet veren bir bölümdür. Bizim ses geçirmeyen 6 tane kabinimiz var. Gönüllü okuyucular bu kabinlerde kitaplarını okuyorlar. Kitap okuma işlemi bittikten sonra bu kitaplar cd’ye aktarılıyor. Eskiden kitaplar kasetlere aktarılıyordu fakat teknolojik ilerleme ile birlikte kasete aktarma dönemi sona erdi. Cd’ye aktarılan kitaplarda okuma hataları varsa kütüphane görevlilerimiz hataları düzenleyip görme engellilerin dinleyebilecekleri hale getiriyor. Kitapları görme engelliler kendileri seçiyor. Kitapların temini konusunda ise onların istedikleri kitapları kütüphanemizin deposundan çıkartıyoruz ya da görme engelliler kendileri bizlere okunmasını istedikleri kitapları getiriyorlar. Görme engellilere internet üzerinden ya da ücretsiz posta yoluyla istedikleri kitapların cd’lerini yolluyoruz.” Açıklamalarında bulundu.
ÖNEMLİ OLAN GÖRME ENGELLİLERİN İSTEKLERİ
Sesli kitap uygulamasına görme engelliler tarafından yoğun ilgi olduğunu söyleyen Şan, geçen sene Türk Telekom ve Boğaziçi Üniversitesi’nin ortak çalışması olan telefonda ücretsiz sesli kitap uygulaması ile ilginin biraz azaldığını belirtti. Şan: “ Telefondan ücretsiz olarak başlayan sesli kitap uygulaması buraya olan yoğunluğu biraz azalttı. Fakat biz mümkün oldukça bize gelen talepleri karşılamaktayız. Görme engellilerin kitap taleplerini onların istekleri doğrultusunda sürekli güncelleyerek karşılıyoruz. Önemli olan onların ihtiyaç ve istekleri.”dedi.
GÜZEL DİKSİYON VE SES TONU İLK ŞART
Şan,“Gönüllülerde aranan öncelikli şart; okunacak kitabın okuma tekniklerine ve yazım kurallarına dikkat ederek okumaktır.  Bu yüzden gönüllülerin bu hususlara dikkat etmesi gerekir. Özellikle Türkçenin yazım ve kullanım kurallarına dikkat ederek okunması lazım. Ses tonu diğer önemli bir husus. Özellikle kulağı tırmalayan tiz ses ya da seste kusur olmamasına rağmen peltek ses;  görme engelli kişileri rahatsız edebilir. Çünkü görme engelliler duyma konusunda çok hassaslar. Onlar bizim duyamadığımız sesleri dahi; çok iyi duyup hemen ayırt edebiliyorlar. Genellikle bu hususlara dikkat etmeye çalışıyoruz.  Bunların dışında çok fazla gönüllü okuyucuyu zorlayacak koşul getirmiyoruz.”
‘GÖNÜLLÜ OKUYUCUYA İHTİYACIMIZ VAR’
Bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesinde bu uygulamadan yararlanan 410 görme engelli var. Gönüllü okuyucuların sayısı ise 440. Görme engellilerin talepleri  genellikle roman, şiir,  ders kitapları ve siyasi kitaplar üzerine. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencileri özellikle siyasi içerikli kitaplar okumayı tercih ediyorlar.  Şan, gönüllü okuyucu profilini şöyle açıklıyor: “Gönüllü olarak gelen okuyucular genelde emekli olmuş ve orta yaş grubu okuyuculardır. Gönüllü okuyucularda daha çok kadın ağırlıklı bir okuyucu kitlesi var bu da kadınların bu gibi sosyal sorumluluk projelerine ne kadar duyarlı olduğu bize bir kez daha gösteriyor. Bu güne kadar kütüphanemizde 3703 kitap seslendirilmiştir. Fakat gönül isterdi ki bu sayı daha fazla olsun. Daha çok gönüllü okuyucumuz olsun. 

MELEK GEDİK

SOSYAL MEDYA TOPLUMU İSYANA SÜRÜKLER Mİ?



Özellikle son yıllarda sosyal medyayı kullanarak hareket eden aktivistler, bloglar üzerinden isyan noktalarını belirliyorlar. Facebook ve twitter yoluyla organize olup, taleplerini meydanlarda dile getiriyorlar.

SOSYAL MEDYA HER ÜLKEDE AYNI TEPKİYİ ALMIYOR
Sosyal medya aktivizmi son yıllarda özellikle baskıcı ve otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerde muhalefet yapmanın yeni bir yöntemi olarak karşımıza çıkıyor. Sosyal medya ve aktivizm hareketleri hakkında araştırmalar yapan blog yazarı Murat Sönmez sosyal medyanın sokak hareketleri üzerinde büyük bir etkisi olduğu fakat;  bunu her ülkede aynı tepkiyi yaratmadığını söyledi. Murat Sönmez: “Son iki yıldır Ortadoğu’da gözlemlediğimiz halk hareketleri kimileri tarafında facebook ya da twitter devrimi olarak da adlandırılıyor. Şüphesiz bu hareketlerdeki sosyal medya etkisi yadsınamaz; ancak her ülke için aynı olduğunu söyleyemeyiz. Örneğin; Arap baharı diye adlandırılan halk hareketlerin ilk çıktığı ülke olan Tunus ile bugün hala bir isyanın devam ettiği Suriye’de sosyal medyanın etkisi birbirine eşit değildir. Tunus’taki isyanın temel sebeplerinden birisi üniversite mezunu ama işsiz olan gençlerin sayıca fazlalığı idi.dedi.
REFAH SEVİYESİ YÜKSEK ÜLKELERDE SOSYAL MEDYA AYAKLANMAYA SEBEP OLMAZ
Sosyal medyanın tek başına bir toplumu ayaklandırmayacağını dile getiren Sönmez şu sözleri kaydetti. Sönmez: “Sosyal medya kendi başına bir toplumu ayaklandırmaz ya da isyana sürüklemez. İsveç ya da Norveç gibi bir ülkede sosyal medyayı ele geçirseniz ve 24 saat boyunca halkı devlete isyana, parlamentoyu basmaya yönelik kışkırtsanız, sonuç alamazsınız. Sosyal medya ancak zamanı gelmiş bir halk hareketinin hızlandırıcısı rolünü üstlenebilir. Sosyal medyanın halk hareketlerinde başlıca iki görevi vardır. İlki halkın harekete geçmesini sağlayacak yazılı ve görsel metaryallerin onlara ulaştırılması, ikincisi halk hareketi başladıktan sonra toplulukların organize edilmesi. Nitekim yine Tunus örneğinde; ilk olarak kendini yakan Muhammed Buazzizi’nin fotoğrafları sosyal medyada çığ gibi paylaşılmış, ardından oluşan öfke sosyal medya vasıtası ile yönlendirildi” şeklinde konuştu.
BLOGLAR İSYANI DİLE GETİRİR, FACEBOOK ORGANİZE EDER, TWİTTER YÖNLENDİRİR

Halk hareketlerinde facebook, twitter ve blogların en etkili sosyal medya araçları olduğunu ifade eden Sönmez:  “Halk, bloglar vasıtası ile isyan noktasına getirilir, facebook üzerinden organizasyon yapılır, harekete geçtikten sonra da olan twitter üzerinden yönlendirilir” dedi. Uluslararası örgütlerin ve devletlerin sosyal medya ve halk hareketlerine nasıl baktığı hakkında değerlendirme de bulunan Sönmez: “Uluslararası örgütlerin, sosyal medyanın halk hareketlerine etkisi ile ilgili herhangi bir çalışma içinde olduklarına rastlamadım. Ama ulusal çapta her ülke kendi stratejisini izliyor. Burada ortalama bir şey söylemek mümkün değil. Örnek Çin ile ABD’nin konu ile ilgili tavrı birbirinden çok farklı.” olduğunu ifade etti.

MELEK GEDİK