21 Kasım 2013 Perşembe

Mesele tam olarak neydi? Hatırlayan var mı?

Vatanımın en büyük özelliklerinden biri; tam bir haber cenneti olmasıdır. Yani, bu ülke habersiz kalmaz. Çünkü bu ülkede olaylar, olağanüstü haller, flaş açıklamalar hiç eksik olmaz. Anlayacağınız, gündem fevkalade yoğun... Bu yoğun gündem arasında ise asıl; irdelenmesi gereken Türkiye'nin gerçek sorunları mütemadiyen örtbas edilmektedir.
Tabi bu gündemi değiştirmeye çalışanlar sadece siyasi partiler yada siyasi liderler değil; bunlara çanak tutan gazeteler, televizyonlar ve sivil toplum örgütleridir. Memleketim, sabun köpüğü gündemlerle her gün haşrolmaktadır. 
Genellikle tartışma üslubu da sıkıntılıdır memleketimin insanlarının. Farklı görüşte olmak , farklı düşünmek demek ! “Şerefsiz”, “Haysiyetsiz”, “Namussuz” damgasını anında yemek demektir...Sağ duyulu , sakin  konuşabilen insan sayısı oldukça azdır.
Kısacası demokratik (!) bir ülkede herkes kendi çapında demokrasi (!) kavgası içinde...Ee bu kadar yoğun gündemin içinde , bir de eleştiri kültürümüz olmayınca ,  üsluptaki müthiş salvolar nedeniyle, gerçek meseleler  tartışılıp çözülemiyor.
Yazının asıl detaylarına girmeden önce lütfen biraz “üslup”(!) diyorum. Yoğun(!) gündemimizin  son günlerde tartışılan konularından bir tanesi “ Dershanelerin kapatılma” olayı.  O kadar ki mevzu sosyal medya da TT’den inmiyor. Hatta, kantar’in topuzu o kadar kaçtı ki koca koca adamlar unvanlarına (!) bakmadan konuşuyorlar. Maalesef sadece konuşuyorlar (Düşünmeden!) Konuya gündemi meşgul eden taraflardan ziyade, biraz öğrenciler açısından biraz da öğretmenlerimiz açısından bakalım. Ee tabi bir de asgari ücretle geçinmeyen çalışarak, evlatları iyi eğitim alsınlar, diye kıyıdan köşeden  para artırarak okutan değerli  ailelerin durumuna da bakmak lazım .
Sahi tam olarak mesele neydi?  Bu kadar gürültünün içinde at misali yarışan çocuklar için bir kar sağlandı mı? Yada  dershane sistemi içinde pardon(!) “ticarethane” sistemi içinde hafta da 6 gün mütemadiyen “esnek” saatler adı altında çalışan güzide öğretmenlerimizin dertlerine çare bulundu mu? Peki ya, çocuğu okusun,  diye ek iş yaparak taksiye çıkan memur amca bu gürültüden sonra işi bıraktı mı? Sorular, sorular, sorular...Bitmiyor bitemiyor...Çünkü  soruları yanıtlayacak sahici bir muhatap bulamıyoruz.
Eğitim sistemi,  o kadar çarpık ve hantal ki bir türlü kimse çözüm üretemiyor. Son 11 senede 5 milli eğitim bakanı değiştiren bu önemli(???) yapı için, kimse elini taşın altına koymuyor. Sanırım ya kimsenin işine gelmiyor yada bürokrasiye kimse kafa tutamıyor...En kötü teori ise; tabi ki gizli güçler (!!!) kalkınmamızı engelliyor.  Bu sistemde her yıl sınavlar biteviye şekil ve içerik değiştirirken, köklü ve radikal hiçbir değişiklik gündeme gelmiyor.
Parlak zekaların, idealist öğretmenlerin , bu acımasız eğitim sistemi  içinde felekleri  fena halde şaşmış durumda. Herkes isyanda! Öğrenci oyun oynamak  için, öğretmenler ise aileleri ile vakit geçirmek için hafta sonlarını geri istiyor. Sonuçta temenni edilen, “ Sınavsız bir dünya”!!! Kulağa çok hoş geliyor. Peki bu mümkün mü? Maalesef bu eğitim çarkında geçmiş biri olarak diyorum ki, hayır.  Neden mi? Çünkü imkansız olanın sınırı bize öğretildi , hatta, realist düşüne düşüne hayal sınırlarımız bürokratik çemberler arasında sıkışıp, kaldı.  Peki , sınav yapalım da,  nasıl yapalım? Bir diğer mesele de bu.
Peki asıl konuya dönersek... Dershaneler kapatılsın mı? Elbette. Ama 12 yıllık eğitim döneminde 4+4’ün kaç olduğunun öğretilemediği  sistemde, öğrencilere çok zor  düzeyde“ türev”, “integral” gibi sorular soran üniversite sınavına kim hazırlayacak ?  Öğrencilere kim öğretecek ?  Kutsal(!) dershaneler... Emin olun öğretiyorlar da.  İyi taraflarıyla kötü taraflarıyla dershanelerde bu sistemin kurbanlarından biri. 
Ülkemizde bütçenin ilk sırasında yer alan,  milli eğitim,peki neden hala bu kadar topal yürüyor?  Bu ayrılan büyük miktarda çarpık ve hantal yapıyı yenilemeye yetmiyor.  Koca koca adamlar kaç senedir bu meseleyi çözmediler yada çözmek istemediler (!)...
Tabi, bütün mesele sabun köpüğü gündemin içine hapsedildiği, gerçek tarafların düşüncelerinin yansıtılmadığı, bir sosyal devlet politikası haline gelmediği ve tepkiler ideolojilere kurban edildiği sürece de çözülemeyecek.
Olan kimlere mi olacak? Bir maratonu içinde at misali koşuşturan çocuklara...robot entarisi giyinmiş idealist öğretmenlere... gözlerinin altındaki mor halkalarla taksiye çıkan memur amcalara olacak.
Bu yoğun tartışmanın içinde tek temennim ise ; öğrencilerin, öğretmenlerin ve ailelerin maddi – manevi  yıpranmadığı,  köklü bir eğitim sisteminin getirilmesidir.


Melek GEDİK

19 Eylül 2013 Perşembe

YÜREĞİ MİNİK,AYAKKABILARI YENİİİ :)

Artık onun ayakkabıları var, hem çok güzel hem kaliteli.Alındığında yolda ayaklarına bakmaktan yürüyemedi.

Arkadaşlarına gösterdi “güzel mi,
  yakıştı mı?” diye.  Hatta altlarını  silip eve almış ki, evde de giysin. Acaba en son ne zaman istediği ve güzel bir ayakkabıyı ayağına giymişti bilemiyorum. 

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, çok güzel geri dönüşler oldu yazıma.

 Kimisi öğrenci olduğu halde harçlığından feragat etti, kimisi güzel  ve temiz eşyalar göndermek için harekete geçti. Tanımadığım, bilmediğim, yüzünü hiç görmediğim insanlardan mailler aldım. Herkesin ne kadar üzgün olduğu ve yardım etmek istediği yazdığı satırlardan anlaşılıyordu. Bu kadar bir olmak, aynı şeye üzülmek, aynı derde ağlamak beni  çok mutlu etti. Kayıtsız kalmayan herkese çok ama çok teşekkür ederim...

 Onun haricinde; evet güzel şeyler oldu, fakat bunlar yetmiyor maalesef. 4 çocuk, bir de anne ihtiyaçları kısa süreliğine giderilmişte olsa bu yeterli değil..

 Hem ayakkabılarını göstermek, hem de sizlere daha fazla ulaşabilmek adına tekrardan yazıyorum bunu.  Bize devamlı bir şeyler lâzım.. Yazının okunma oranı çok yüksek ama geri dönüşü- iyi de olsa- okunmaya göre az.

 Burası internet ortamı olduğu için güvenirlilik açısından tabiki de bir garanti veremiyorum size. Kendimi ne kadar anlatsam olmaz. O yüzden ben size sosyal medya hesaplarımın linklerini de vereyim en azından belki oradan bakar, iyi niyetli olduğumu anlamaya çalışırsınız. Bu da yapmak istediğim bir şey değil aslında ama, başka bir çözümüm yok.
J

İmkânı olanlardan tekrar rica ediyorum. Yüzündeki gülücükleri sizlerle paylaşmayı çok isterdim, fakat rencide etmemek, kırmamak adına yapamıyorum.

Tekrar duyarlı olanlara teşekkürlerimi sunarken,  yazıma rastlayan ve imkanı olan kardeşlerimizin harekete geçmelerini rica ediyorum.

Bu ayakkabıların sahibine yardım için yazdığım ilk yazının linki:  http://demliicay.blogspot.com/2013/09/yuregi-minikacs-kocaman.html


Pınar KÖSE

17 Eylül 2013 Salı

YÜREĞİ MİNİK, ACISI KOCAMAN.

Öncelikle yazıyı okumadan önce, fotoğrafa dikkatli bakmanızı rica ediyorum.

 Bu ayakkabılara bakınca hepimizin gördüğü şey aynı olmalı: "ayakkabılar eskimiş". Buraya kadar tamam, sıkıntı yok ve evet tespit doğru. Ama bu ayakkabı 9 yaşında tevazuyu öğrenmiş,hanımefendiliği benimsemiş, güzeller güzeli bir kıza ait. Ayakkabıya dikkatli baktığınızda, eskiliğinin haricinde ayakkabının arkasına basıldığını da görüyoruz?

 Hani bizler o güzel ayakkabıları ilk giydiğimizde vurunca ve dayanılmaz hale gelince arkasına basarız ya, onun gibi bir şey sanılabilir. Ayakkabı arkasına basmak yalnızca ağrıdan olmuyormuş bazen, bu güzel kızla birlikte biz bunu öğrenmiş olduk ailecek.

 Bu huyu ayrı, yüzü ayrı güzel kardeşimiz, 4 kız kardeşin 3 numarası... Babası bırakıp gittiği için, yaşının kaldıramayacağı bir telaşenin içine düşmüş. Ayakkabılara gelince ben hayatımda eskimiş, yırtılmış ayakkabı giyen çok gördüm. İçim sızlar hep, Rabbim derim sen yardım et. Ama eskiliğinin haricinde, küçük geldiği ve yenisini alamadıkları için arkasına basa basa gezeni, okula gideni ilk kez görmüş oldum. Yüreğimiz yandı. Bu yavrucak böyle okula gidiyor, arkadaşları bahçede tazı gibi koşarken o ayakkabısına mı sahip çıksın, 9 yaşında minicik kalbinde taşıdığı o büyük acılara mı? Evet, bir ayakkabıyı arkasına basa basa yürümek zorunda, çünkü alamıyor. En ucuzunu da alamıyor, zaten iyisinden söz etmiyorum.

Okullar açılalı 2 gün olmasına rağmen daha formasını giymek nasip olmamış. Neden? Çünkü bir forması yok. Büyüme çağında ve çok uzadığı için forması olmuyor.
Babası bırakmış gitmiş; annesi 4 kızına sahip çıkmaya çalışırken tabiki ev sahipleri,alacaklılar kapıda.

Şimdi bizler buna şahit olduk. Ben daha önce de böyle işlere kalkıştım, bazı arkadaşlarım -haklı olarak- bana çocuğun gidip evinde görülüp, görülmediğini sordular. Bu sefer eminim, bu sefer gördüm ve kefilim. Ben diyorum ki, hepimizin verecek bir şeyleri vardır. Kimimizin 5-10 lirası, kimimizin giymediği güzel giysileri, kimimizin sadakası... Çünkü bu kızlar; 17,15,9 ve 3 yaşında... Yani talepleri var.

Ben sizden kardeşiniz olarak rica ediyorum. Ne olur, okuyup geçmeyin elinden tutup kaldıralım. Nerede ne şartta olursanız ben sizinle iletişime geçmeye razıyım. Evlerinize, kapınızın önüne kadar gelirim, yeter ki yardım etmek isteyin.

Bir çocuk, bir genç kız, bir bebek günahsız bu kızların gönüllerini hoş etmek, sizi Allah'ın rahmetiyle muhattap edebilir.


Pınar KÖSE

16 Ağustos 2013 Cuma

Postallar arasında siyah önlük giyemedik ama…

Bu sabah garip bir hava kokuyor dışarıda. Ellerimle uykulu gözlerimi ovuşturuyorum… Odamdan çıkarken yatağımın yanında asılı duran siyah tertemiz, ütülü önlüğüme bakıp gülümsüyorum… Takvim yapraklarına takılıyor gözlerim… Gidip diğer günün yaprağını yırtıyorum ve karşıma yeni günün tarihi çıkıyor. 12 Eylül 1980…
Yüzümü yıkadıktan sonra televizyonu açıyorum.  Televizyon diyoruz;  Siyah- beyaz gösteren bir kutu. Artık hayatımızın vazgeçilmezlerinden. Ekranda tek kanal TRT.
TRT’nin güzel sesli spikeri Mesut Mercan ekranda. Elinde bir kâğıt o tok sesi ile bir şeyler okuyor. Fakat bu sabah sesinde bir burukluk var hissedebiliyorum.  Okuduğu sözlerin birkaçını anımsıyorum.
Yüce Türk Milleti adına…
Ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Sıkıyönetim,  silahlı kuvvetler,  yönetime el koymak bu kelimeleri ilk defa duyuyorum. Sonra televizyonu kapatıp odama gidiyorum. Bir yandan annemin mutfaktan gelen sesini dinliyorum.  Tabak çatal sesleri çınlıyor kulaklarımda. Annem de garip bir neşe var.
 ‘ Sonunda savaş bitti yönetime asker geldi’  diyordu.
‘ İyi tamam da anne asker niye geldi? ‘ kimse bana açıklama yapmıyordu.
Annemin tek açıklaması,  ‘bundan sonra rahatça sokağa çıkabileceksin’ oldu.
  Sokağa rahatça çıkmak sözü çok güzel geldi kulağıma. Çünkü biz dışarıya rahatça çıkamazdık. Niye mi?
Hatırlıyorum da bir gün annemle Fatih camisine gitmiştik. Annem avluya sokmadı ama ben gördüm. Çok genç bir çocuk kanlar içinde yatıyordu. O günü asla unutamadım.
 Daha sonra bahçeye çıktım. ‘Tak tak’  diye sesler geliyordu. İlk siyah postalları bahçe kapısının arasından o gün gördüm. Postallı askerler sokağın başında sonuna doğru bütün evlere giriyordu. Herkes memnun gibi görünüyordu. Türk bayrakları asıyordu komşular…


Aradan 2 ay geçti. Okullar açıldı. Siyah önlüklerimizi giyip,  postallı ağabeylerin dolaştığı okul yolunu tuttuk. Daha sonra bu olaya  ‘askeri darbe’ dediler. O zaman kelime hafızama bir kelime daha eklendi: Darbe…
Evet, 12 Eylül 1980 sabahı,  o günü çok iyi hatırlıyorum.  Daha 10 yaşındaydım. Aslında,  Türkiye'nin kara günleri başlamıştı.  Bugün 43 yaşındayım. O günden sonra işkence, acı, gözyaşı, yoksulluk, sıkıntı dolu yıllar art ardına sıralandı.  Bugün hala darbeleri konuşuyoruz. Bugün hala acı ve gözyaşının dinmediğine şahit oluyorum.  Darbe sadece bu coğrafyanın değil tüm dünyanın ortak acısı… Dünyanın özgürlüğü hala prangalara, postallara mahkûm… Bu sözler 12 Eylül sabahını yaşayan bir çocuğun bana hissettirdikleri.
Bugünün çocukları postallar arasında siyah önlükler giymedi ama bugün postallarla yapılan darbelerde ölen binlerce insana şahit oldular.  Darbenin coğrafyası, zamanı, yapanları değişti ama bir tek postalları, acısı,  gözyaşı hiç değişmedi.  



Melek Gedik

12 Temmuz 2013 Cuma

BİLİYORUM HATIRLAMAZSIN

Artık ayaklarım geçmiyor o yollardan. Hatırlıyorum da her gün nasıl hevesle gitmek isterdim  giriftli  İstanbul sokaklarına...Her sokağını keşfetmek, her durağında havasını solumak.Şimdi mazinin tozlu raflarında kaldı heyecanlarım...Artık uğramıyorum Lale sokağına, Emirgan Korusu’na,  Büyük adaya.Nedeni bilinmez ama yüreğimden hatıraların silindikçe, içimdeki sevinç mekanları da azaldı. Onlar azaldıkça gözyaşlarım da...Biliyorum nedenini ; lakin kelimeler ile de olsa anlatılamıyor bazı sevdalar. Gümüşsuyu’dan Dolmabahçe’ye yürürken susmadan konuştuklarımızı hatırlıyor musun? Fatih’deki  büyük parkta birbirine düğümlenen duygularımızı hatırlıyor musun? Süleymaniye’deki küçük kahve dükkanını hatırladın mı? Nasıl da koşardık iki demli çay içmek için.
Biliyorum hatırlamazsın.

Eskiden olsa ağlardım seni hatırladıkça...Ama mazi silindikçe gözümden, nemli bulutlar fazla yağmıyor göz kapaklarıma. Biliyorum hep bir hayal kırıklığı kalacak içimde. Fakat merak etme gün geçtikçe daha çok berraklaşıyor mazi...dışarı çıkmaya korktuğum zamanlar çoktan geçti.  Ben artık Sarıyer sahilinden güneşe “merhaba” demek istiyorum.  Hatıralara dolanan ruhum artık nefes almak istiyor. Sanırım bugün doğru zaman...Seni hatırladıkça korktuğum İstanbul’a tutunmak istiyorum. Tutundukça senli İstanbul’da kaybolmak...
Biliyorum hatırlamazsın.

Ben seni İstanbulum yaptım,  sen beni sensiz İstanbul’a mahkum ...

Melek GEDİK

Fotoğraflar: Pınar KÖSE

6 Temmuz 2013 Cumartesi

SIRTINI YASLA MUTLULUĞA

Şimdi dinle yüreğinin sesini
Otur en sevdiğin koltuğa...
Al eline en heyecanlı romanını, aç en sevdiğin müziği radyodan...
Sonra  kalk ayağa ara sıra
Damarında dolaşan kanın hızını hisset
Git şöyle bir mutfağa yap  bir demli çay...
 Çayın nasıl hücrelerini ısıttığının farkına var.
Bir kenara bıraktığın aile albümünü al eline...Bak maziye sert rüzgarlar neyi  alıp götürmüş diye
Sonra kaybettiklerin,  kadar kazandıklarını da gör
 Ne kadar şanslı olduğunu düşün
Arkadaşlarına, dostlarına,  bütün sevdiklerine bak
Senin için ne ifade ettiklerini bir kez daha aklından geçir. Sonra hepsine deli yüreğinden bir sevgi tanesi yolla.
Telefon rehberini al eline , ara bir kaç sevdiğini
 Onların seslerini duy, gülücüklerini işit.
Sonra mazini hatırlayarak çıktığın yolu,  gelecekle kapat
İdeallerini, hedeflerini, hayallerini, sevdiklerini anımsa
Sonra kitabını, müziğini ,fotoğraflarını kapa.

Sonra sırtını yasla ve gülümse hayatına.

Melek GEDİK

Fotoğraf: Pınar KÖSE

7 Haziran 2013 Cuma

Gönlümden umut gitmesin.


Bu yazı neden yazıldı bilmiyorum.İnsan neden söylemek ihtiyacı hisseder ki? Allah affetsin bende bir söyleme durumu devamlı,sürüp gidiyor.
Samimi insanların susmadığına inanırm hep. Tabi ayarıda kaçırmamak lazım. Samimi insan konuşur. Kızgınlığını,mutluluğunu,sevgisini ve nefretini daima söyler. Benimkisi samimiyetten mi, yoksa ayarsızlıktan mı acaba ?
Burcumdan  ya da fıtratımdan mıdır anlamadım. İçimde bir coşku hep vardır benim. Çok severim, çok kızarım,çok uçlarda hayal eder, hayal kırıklığını en diplerde yaşarım.Hep anlatmak isterim bunları. Seviyorsam ifade etmek isterim, ölçüyü kaçırmadan. Kızgınlığımı içime attığımı hatırlamıyorum hiç. Kızınca ifade edişim biraz değişiyor, Allah affeder mi? Bilmiyorum.

Saman alevi gibi bir ateşle doluyor içim. Sonra değil ateş, kül bile yok.Bugün yüzünü görmek istemediğim insanın, bir tatlı cümlesi beni benden alıp gökyüzünde uçuruyor.Karakterim mi zayıf, merhametim mi fazla işliyor o an.İnsana her şeyden önce bir kul gözüyle bakıyorum sanırm.Kul diyorum. Allah onun için tövbeyi yaratmış niye? Çünkü günah yaratılmış.İnsan, şaşar beşer durumu. Yapmayacağımız ne var ki şu hayatta. Yapanlar "asla" diyenler değil mi?
Görmezden gel, sende yaparsın gibi bir hayat felsefem var.Canım en çok bundan yandı,yanıyor ve yanacak. Şüphe etmiyorum.Ama bu halimi düzeltmek gibi bir derdim de yok. Canım yanacakta olsa, kibir sahibi olmayayım.
Gurur, arkama baktığımda beni perişan etmesin.Bunu da yapsaydım demeyeyim ki,güçleneyim.

Hayat bu günler de çok değişik geliyor bana. "Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe" tam da böyle. Bir bakıyorum ki incesaz şarkıları gibi yumuşak. Bir bakıyorum içimi oya oya büyütüyor beni.

Öğrencilik bitti,bitiyor. Güldüğüm ve ağladığım şeyler değişiyor. Büyüdüğümü böyle anlıyorum. Ruhum Allah'a kulluktan başka bir şeyi kabul etmiyor.

Yine de umut ediyorum yarınlarım ve ahiretim için. Daha nasıl çetrefilli yollardan geçeceğim kim bilir. Ama bunların yanında güzelliklerle dolu içim. İncesaz şarkıları gibi yumuşak hayallerle dolu.

Çiçekli perdeler,lavanta kokuları,baharatlı yemeklerle dolu.
Hepsinin içinde olduğu düşlerim var. Güzellikleri gözlerimi yaşartıyor bazen.

Allah lâyık görürse eğer; bende erişeceğim onlara,onlar bana.
Bir güzel ki anlatamıyorum.

Pınar KÖSE

4 Haziran 2013 Salı

Evcilik , Doktorculuk , Poliscilik

Günlerdir olayları sosyal medya , Ulusal Tv , Halk Tv  ve  ana akım medya kanallarından   oldukça aralıksız bir şekilde takip ettim . Gerçekleşen bu direnişte çeşitli farklı gruplar ( takım , siyaset , mezhep vs. ) birleşirken değişen tuhaf bir ayrım gördüm . İslamcılar ve Anti - İslamcılar ...
Gülünç bir ayrım bu bir parti toplumun dini görüşlerini değerlendirmede ölçü haline geldi . Direnişe destek veriyorsanız siz dinsiz bir vatandaşsınız yok tam tersi ise sığ bir yobazsınz . Dinin tüm unsurları nasıl hiçe sayılabiliyor ? Kim nasıl bizlerin inançlarının ne olduğu hakkında karar verebiliyor . Toplumda oluşan bu anlamlı birleşmenin içinde gülünç olan ayrım tamda bu oluyor bana göre ve bence çoğu kişiye göre de bu olacaktır. Herkese sormak istiyorum din dönemlik bir parti ile sınırlandırılabilir mi ?
Olayların gelişen bu - bana göre gülünç _ yanı ile birlikte dikkat çekici başka bir kısmı vardı . Poliscilik oynayanlar ...  “Mahkumlarla Deney “filmini izleyenler bilirler . Bir grup insan yapılacak bir deney için para karşılığında denek olmaya karar verirler ve oyun başlar . Grup ikiye ayrılır mahkumlar ve gardiyanlar . Hapishanede geçecek olan bu deneye getirilen denekler yolda geçirdikleri süre içinde arkadaşlık kurarlar . Ta ki oyunun kuralları belli olana kadar sürecek olan bir arkadaşlıktır bu . Günümüzde yer alan eş bulma programlarında oldukça sık rastladığımız şu elektrik alma mevzusu var ya bunu arkadaşlığa uyarlarsak iki denek arasında oluşan arkadaşlık büyük bir elektrik ile başlıyor . İşler bu iki arkadaştan biri mahkum biri gardiyan olduğunda bozuluyor . Bizim muhteşem dost görünen ve deney için gardiyan olarak seçilen karakterimiz bir anda gücünün farkına varıyor . Sahte gücü ile oluşturduğu Hitler edası tavırlarını birleştirerek tam bir iktidar kuruyor . Bu durumda dostluk sona eriyor ve yerini ciddi bir savaş alıyor . Bu filmi hatırlatma sebebim izleyenler ya da izlemek isteyenlerin meydanda poliscilik oynayanları birde bu gözle izlemeleridir . Açacak olursam eğer filmde gardiyanların içinde, bulundukları güce kapılıp özünü kaybedenler yer alıyor ya da özlerine dönüyorlar demeliyim . Birde bu güce tutsak olmayan birkaç gardiyan var onlara engel olamadıkları için aforoz edilerek mahkumlar arasına atılan . Benim kastım aforoz edilecek olan kısım değil tabi anlaşılacağı üzere . Tüm bunları birleştirdiğimde diyorum ki Freud haklı sanırım …
Hayatımıza insanlar girer ve çıkar , olaylar yaşarız ve biter . Biten her şeyin ardından biz kalırız . Her adımımızla , seçimimizle , hareketimizle kalırız  . Meydanda canla başla direnen yürekli insanlar bağırın , haykırın ... Ama lütfen çirkinleşmeyin  . Tayyip üçüncü köprünün adına Emine koy tüm Türkiye üzerinden geçsin yazacak kadar zıvanadan çıkmayın . Savaşın , tartışmanın bile bir asaleti vardır . Gerçekleştirdiğiniz  bu güzel , anlamlı  direnişe yanlış fırça darbeleri atmayın . Atılan tek bir yanlış fırça darbesi tüm tablonun anlamını değiştirir . 

Gökçe Öztürk

1 Haziran 2013 Cumartesi

POLİSTEN BİBER GAZI, SOSYAL MEDYADAN NEFRET GAZI

Taksim Gezi Parkı’ndaki 80 yıllık çınarların sökülüp, yerine AVM yapılacağı söylentileri nedeniyle çevreye duyarlı İstanbullular, 5 gün önce Gezi Parkı’nda eyleme başladılar. Eylemin  son 2 gününde ise polisin sert müdahaleleri ile birlikte olaylar iyice büyüdü. Fakat geçtiğimiz saatler içinde Taksim’de nihayet polisin çekilmesi, gerginliği biraz daha azalttı. Özellikle olayların bu kadar büyümesi hükümeti bile şaşırttı. Çevreye duyarlı her kesimden aktivistin yaptığı bu eylemler daha sonra yapılan propaganda ve söylemlerle ideolojik bir eyleme dönüştü. Uluslararası basında dahi  “Türk Baharı mı yaşanıyor?” şeklindeki anonsların verilmesi, ideolojik reflekslerle hareket eden bazı grupların devrim yapılacağı inancına kapılmasına neden oldu. Fakat polisin çekilmesi suların biraz durulduğunu gösteriyor. Böyle büyük bir toplumsal muhalefet ile 10 yıllık iktidarlığı boyunca ilk kez karşılaşan hükümet, bu saatten sonra olayları görmezden gelemez.  Başbakan Erdoğan bugünkü konuşmasında polisin sert müdahalesini kabul etti;  fakat polis-cop-biber gazı üçlüsüne muhakkak ki kalıcı çözüm bulunmasının yanında muhalif seslerin hangi nedenlerden dolayı olduğunu da iyice analiz etmelidir.  Bütün bunların yanında sokakta yaşanan olayları Halk TV haricinde hiçbir tv kanalının vermemesi  her zamanki sansür uygulamalarını akıllara getirdi.  Sosyal medya ile alakası olmayan vatandaşlara tv kanalları, gazeteciliğin ilk görevi “halka haber verme görevi”ni yerine getirememiştir. Tabi bu durum “Sansür mü,yoksa oto sansür mü”  çok merak ediyorum. Genellikle ülkemizin bir hastalığı olan “kraldan çok kralcılık yapma” anlayışı ile hareket eden medya patronları ya da yöneticilerin uyguladığı bir oto sansür mü var? yoksa;  Başbakanın direk TV kanallarını arayıp müdahalesi mi oldu?
 TV kanallarının bu olaya duyarsız kalmasıyla basın özgürlüğünü yeniden sorgulamamız gerekiyor. Ayrıca medya yöneticileri sermaye çıkarları ile gazetecilik etiği arasında hangi kulvarı seçtiklerini iyi belirlemelidirler. TV’nin bu kadar yetersiz kaldığı noktada , enformasyon alacağımız yer tabi ki sosyal medya oldu.  Sosyal medya bir kaos ortamına dönüştü. Sokaklardaki kaosun ve şiddetin 2 katı sosyal medya da yaşandı. Sosyal medyayı kullanan çoğu insan, birçok yanlış enformasyon üzerinde tam anlamıyla dünyayı kurtardıklarını sandılar.
Aşırı yüklenmeler nedeniyle zaman zaman erişim engellendi. Yalan haberler, görüntüler ve rakamlarla insanlar sürekli birbirlerini dolduruşa getirip durdular.  Aklı selim hareket eden insan sayısı yok denecek kadar azdı. İfade etmem gereken en önemli şey ise; meydana gidip gerçekten ağaçlar için ve daha sonra polis şiddettine karşı yürüyenleri kutluyorum; fakat klavye üzerinden şövenist ve militarist duygularla hareket edip, klavye üzerinden devrim yapmak isteyenleri  anlayamıyorum.  Diğer yandan polisin uyguladığı şiddetin tek sorumlusu onlar değil, amirleridir. Polis ile eylemciyi karşı karşıya getiren iktidar ve ana muhalet liderleri olayları izleyip durdular.  CHP’nin eylemcilerini sakinleştirmek yerine daha çok fişeklemesi ise düşündürücü.  Eylemcilerin yaptığı muhalefeti bile beceremeyen CHP lideri Kılıçdaroğlu, sadece yapılmış muhalefetten nasıl nemalandığı bize gösterdi.  Hükümetin yaşanan olayları görmezlikten gelmemesini, herkesin daha sağduyulu olmasını ve hangi tarafta olursak olalım vicdanlarımızın sesi ile hareket  edilmesini temenni ediyorum. Çünkü ne olursa olsun biz bu topraklarda kardeşçe yaşamaya mecburuz.

Melek Gedik

19 Mayıs 2013 Pazar

'Mehmet' bir güzel çocuk...


Geçen hafta perşembe günü, akşam saat 10 gibi arkadaşımı bekliyorum Fatih'de,cadde üzerinde. Bir genç çiftin konuşmalarını duyup, yanlarında durdum yada Allah tarafından durdurulmuş olabilirim. Kadın hararetli bir şekilde telefonda konuşuyor,adam yanında bekliyor öyle. Anladığım kadarıyla kadın zabıtayı aramış, bir güzel haşlıyor
.
"Zabıtamız ne iş yapıyor bilmiyorm. Adım başı peçete satan çocuklar,dilenciler yolda yürütmüyorlar bizi." Cümleler böyle,üslup feci. Merhametsiz,soğumuş kalbi suratından bile belli oluyor.. Kıyafetlerinden anladığım kadarıyla, spordan dönüşte hanımefendi. Ayakkabıları on metre geriden 'buradayım' diye bağırıyor.
Bunları duyunca ben dehşete kapılıp,soluğu çocukların ve ablaların yanında aldım. Hepsini uyardım biri zabıtayı çağırdı,toplayacaklar sizi diye. Hepsi dağıldı, teşekkür ede ede...

Biri var orada öyle gitmiyor. Para verdim dedim ki: "selpağa ihtiyacım yok canım. çantamda var benim, sen kendine harçlık et bunu" tamam dedi. Aradan 5-10 dakika geçti yanıma geldi."Abla para verdin,mendil al hak geçer" dedi bana. Çocuğun içi rahat etsin diye aldım mendili, " hadi git ablacım bak gelir zabıta" dedim. Gitmiyor. Sebebi mendilleri bitmemiş daha.

Her mendil satan çocuğun kaderidir şu soru : " kim çalıştırıyor sizi". Bende sordum tabi. Öyle saf,öyle güzel anlattı. Annesi diyormuş git sat diye. Düşünüyorum hangi anne ister, çaresiz anneler ister sanırım. 6 kardeşi varmış Mehmet'in. İlk dönem takdir almış okulundan,6. sınıf öğrencisi bir oğlan.

Böyle sohbet ederken birden sordu bana " abla burada berber var mı" diye. Gülmeye başladım tabi saat kaç olmuş,mendiller elde saçlar kız gibi.  Öğretmenin mi kızıyor dedim. "Yok, annem kızıyor. Bir keresinde çok kızdı kestir dedi kestirmedim. En sonunda araba çarptı bana." dedi. Tamam dedim içimden çocuk annenin ehemmiyetini anlamış. "Annen kızarsa bir şey mi olur" diye sordum. Verdiği cevap beni eritti resmen. Gözlerim dolu dolu, tutamıyorum kendimi çocukta üzülmesin diye belli etmemeye çalışıyorum.

"Abla cennet annelerin ayakları altında ya" dedi. Ay dedim içimden kurban olurum senin gözlerine,ellerine...
Beni can evimden vurdu Mehmet.Dünyaya mağrur,terbiyeli, hak-hukuk olayını idrak etmiş bir müslüman yetişiyor heralde dedim. Biz bilmezdik 12 yaşımızda cennetin annelerin ayakları altında olduğunu..
Sarıldım boynuna öptüm. Şimdinin teknoloji canavarlarından değil ki o. Terbiyesiz,saygısız hiç değil. Ekmeğinin,okulunun derdine düşmüş canını sevdiğim.

Dedim ki Mehmet'e " Bak Mehmet, ablacım oku! Okumayana ekmek vermeyecekler. Muhakkak oku. Namazını kıl, müslüman bir adam ol. Allah için çalış." Mehmet pat yapıştırdı cevabı: " Abla ben 5 vakit namaz kılıyorum, bir tek öğle kaçıyor heheheh." Dedim ki içimden, seni alsam eve götürsem ne güzel olur. İkinci vuruşu yaptı Mehmet, sadece güzelliğiyle.
Oh dedim, ne güzel. Öğleleride kaza yaparsın maşallah sana. Arkadaşım gelince ayrılmak zorunda kaldım yanından, öpe koklaya. Kim bilir kaçta bitirdi mendilleri bilmiyorum. Biz eve gittik yayıldıkta, Mehmet kaçta yattı acaba.

Dün arabayla geçerken Fatih'ten bir de baktım Mehmet iki şeridin ortasında elinde mendiller, saçlar kesilmemiş. Çıldırdım resmen, bağırdım el salladım."Mehmeeeet" diye bağıran bir deli trafikte.El salladı oda bana.İçim acıdı. Biz çocukken cumartesiyi iple çekerdik. O gün bir şey yapılırdı çünkü. Hiçbir şey yapılmasa evde tv izlerdik,tembellik yapardık. Mehmet gündüzden başlamış çalışmaya,kurban olurum. Öğretmenlerin gıcık soruları vardır ya " haftasonu ne yaptınız " diye. 12 yaşında bir çocuğun cevabı "mendil sattım" olmamalı ya. Olmamalı.
Saçlarını kestirememiş. Neden? Vaktin mi olmadı Mehmet, yoksa paran mı?

Ben artık peşini bırakmam bu çocuğun. Akşamı beklerim bir kere öpsem kâfi.. Bir kere sarılınca,dünyanın bütün güzelliğini içine almış gibi hissediyor insan. Allah onun gibi terbiyeli çocukları, daha hayırlı şartlarda yetiştirmeyi bize nasip etsin.
Terbiyesiz, teknoloji canavarlarının ana-babalarınada Allah merhamet versin. En başta mendil satan çocuğu zabıtaya şikayet eden, kalbi mühürlenmişlere....

Pınar KÖSE

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Ekmek Arası Un Helvası

Hani derler ya, “ Çocukken, çocuğa ne öğretilirse; ömür boyu unutmaz.” diye gerçekten çok doğru. Çocukken yaşadıklarımızı, gördüklerimizi, duyduklarımızı, öğrendiklerimizi, hiç unutmuyoruz. Benim de acı, tatlı birçok anım olmuştur. Fakat ilkokul 4. sınıfa giderken arkadaşımın yanında getirdiği ekmek arasına konulmuş un helvasını hiç unutamam. O anda çocukluğun verdiği bir şaşkınlık yaşamıştım. Tost makinasına bastırılmış bayat ekmek arasındaki şekerli un helvasını görünce çok garibime gitmişti. Benim bildiğim tostun arasına kaşar, peynir, sosis, sucuk konulabilirdi. O kadar bu duruma şaşırmışım ki eve gidip anneme anlattım. O da döndü bana şunları söyledi: “Kızım ne yapsınlar demek ki mutfaklarında yok. Olsa annesi neden konmasın ekmeğin arasına peynir? “dedi. Annem , “Allah kimseyi yoklukla imtihan ettirmesin” dedi ardından. Bu olayı ömrüm boyu unutamadım. Sanırım benim yaşıtım, sıra hatta mahalle arkadaşımın istediğini yiyememesi ya da istebilecek bir seçeneğinin olmaması içime oturmuştu. Yoksulluk, fakirlik, çaresizlik gibi sözlerin yazılması bile bu kadar güçken, bu sözleri yaşayan insanların olması ne büyük imtihan...İnsanların, çocukların böyle büyük imtihanlardan geçtiğini bildikten sonra isyan ettiğimiz şeyleri düşünmek çok acı geliyor. Şükrü unutmak, güya acı içinde kıvranmak , sayısız arzu ve istek içinde kaybolmak ne büyük keder... Zaman zaman bu olay aklıma geçtikçe düşünüp duruyorum. Bu kadar çilenin, yoksulluğun, acının içinde senin acı çekmen, senin dertlenme, senin üzülmen hak mı? diye. Tabi ki değil. Sonsuz nimetler içinde yaşarken “Neden benim başıma geliyor bunlar ?” sorusunu ağzımıza almak, büyük bir şükürsüzlükten başka ne olabilir ki. Yoksullukların, savaşların, hastalıkların, ölümlerin yaşadığın bu dünyada bunları yaşamadan, kaderlerimize neden isyan ediyoruz, anlamıyorum. Şükürsüzlükle, mutsuzluklarla, isyanla geçen bugünlerimizin bir gün farkına vardığımızda, umarım, yegane nimetlerimiz olan akıl ve beden sağlığımız, çalışma şevkimiz, ana- babamızın üzerimizde olan merhameti, Allah dostlarının var olan sıcaklıkları, duaya olan inancımız bitmemiş olur.


Melek GEDİK

5 Mayıs 2013 Pazar

Nietzsche' ye Selam Olsun! İşte "HAYAT"...

Bazen öyle şiirler, öyle kitaplar, öyle filmler vardır ki; yaşama sevincinizi, yaşama nedeninizi, yaşama umudunuzu artırır. Benim de böyle iki şiirim var. Her okuduğum da yaşama amacımı hatırlarım.  Bugünler de sık sık okuyorum bu şiirleri... Okudukça ideallerimi, hayallerimi, ümitlerimi hatırlıyorum. Şimdi ise çok kelam etmeden o iki şiirden birini paylaşmak istiyorum. Zaten bu şiir hayata dair, bana dair çok şey anlatıyor.


HAYAT
Gidene kal demeyeceksin. ..

Gidene kal demek zavallılar
Kalana git demek terbiyesizlere,
Dönmeyene dön demek acizlere,
Hak edene git demek asillere yakışır.
Kimseye hak etmediğinden fazla değer verme,
yoksa değersiz olan hep sen olursun...
Düşün...
Kim üzebilir seni senden başka?
Kim doldurabilir içindeki boşluğu sen istemezsen?
Kim mutlu edebilir seni, sen hazır değilsen?
Kim yıkar, yıpratır sen izin vermezsen?
Kim sever seni, sen kendini sevmezsen?
Her şey sende başlar, sende biter...
Yeter ki yürekli ol, tükenme, tüketme, tükettirme içindeki yaşama sevgisini...
Ya çare sizsiniz yada çaresizsiniz. ..
Öyle bir hayat yaşadım ki cenneti de gördüm cehennemi de.
Öyle bir aşk yaşadım ki tutkuyu da gördüm pes etmeyi de.
Bazıları seyrederken hayatı en önden, kendimi bir sahnede buldum,
Oynadım.
Öyle bir rol vermişlerdi ki okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
hem kızdım hem güldüm halime.
Sonra dedim ki söz ver kendine
Denizleri seviyorsan dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı biliyorsan düşmeyi de bileceksin,
Korkarak yaşıyorsan yalnızca hayatı seyredeceksin.
Öyle hayat yaşadım ki son yolculukları erken tanıdım.
Öyle değerliymiş ki zaman hep acele etmem bundan anladım.

Friedrich Nietzsche

Melek GEDİK

3 Mayıs 2013 Cuma

Onları Aynı Yaralar Birleştirdi


Onların farklı dünyaları, farklı inançları, farklı hayalleri vardı.İkisi de belki aynı gök
yüzünden bile geçmemiştir. Dostları, arkadaşları hatta sevdaları bile farklıydı... Geldikleri dünyalar, çizdikleri kaderler,  istedikleri  yarınlar bile farklıydı.  Bu kadar farklılıklara rağmen bir gün ikisi de aynı mapushanenin farklı hücrelerinde  yan yana geldiler...Onları birleştiren şimdi tek bir şey vardı:  Soğuk mapushane duvarları...İkisi de aynı duvara yaslamıştı sırtlarını..İkisininde gözlerinde çaresizlik, öfke, acı,  durulmayan gözyaşı vardı. Farklı iki insanı, soğuk bir hücre duvarı birleştirmişti. Eskiden her şeyi yapabilecek güçleri , cesaretleri vardı. Şimdi ise tek hayalleri vardı o da ; acı çekmemek.  Artık yapılan işkenceler bitsin istiyorlardı.  Dayanacak ne bir vücutları vardı  ne de sabır çekecek ruhları... Kaybolmuştu karanlık hücre de iki genç yürek...Eziyetten işkenceden sesleri duyulmuyordu acıları artık doruğa ulaşmıştı. Kangren olmuş misali ikisi de hiç bir şey hissetmiyorlardı. Tek hissettikleri şey atan yürekleriydi. Istırapları artık hücreleri inletiyordu.  “Bitsin bu çile” diye dua ediyorlardı.Bir gün bitti o işkence dolu günler... İkisi de inanamıyordu acı dolu saatlerin bittiğine...Karanlık hücrelerinde bir gün duydular  birbirlerinin seslerini.  Sesleri ikisi içinde umut olmuştu. Onlar artık farklı değil tıpatıp aynılardı. farklı değillerdi. Onların aynı yaraları, aynı acıları vardı. İşkencenin vücutlarında açtıkları yarayı değil de;  ruhlarına açılan yaraları nasıl geçeceğini düşünüyorlardı . Ama ikisi de bunları iyileşeceğini biliyordu.   İyileşmek  için birbirlerine dayandılar.Birbirlerinden aldıkları müthiş güç ile birbirlerinin yaralarını sarmaya başladılar.  Yaraları iyileştikçe birbirlerine olan bağlılık ve güven duygusunun yerini müthiş bir aşk almıştı.  Çaresizlik içinde birbirine sığınan iki yürek,  artık aşkları için birbirlerine bağlanmıştı. Dünyaları, hayalleri,  sevdaları farklı olan iki yürek,  bir gün  karanlık bir hücrede aynı acının sızısıyla birbirlerine tutundular.
Hikayemin sonunda; dünyada insanları aynı sevinçlerden ziyade, aynı acıların birleştirdiğini  , aynı yarayı alıp birleşen iki yüreği dinlediğimde anladım.

Melek GEDİK

1 Mayıs 2013 Çarşamba

İSTANBULLULAR YOLDA, TÜRKİYE SINIFTA KALDI


Beklenen oldu ve 1 Mayıs İstanbul’da çileye dönüştü. İstanbul Valiliğinin  aldığı güvenlik önlemleri  ve Taksim meydanına göstericileri almama inadı her zaman olduğu gibi  yine vatandaşı mağdur etti.  Kısacası 1 Mayıs, polisten tutun da eylemciye, işe giden teyzeden esnafa kadar herkes için bir isyan ettirilen bir gün oldu.  Ankara, Diyarbakır , İzmir’de olaysız kutlanan 1 Mayıs İstanbullular için tam bir eziyet halini aldı. Ulaşımın kapatılması ile işe gitmek isteyen İstanbulların yaşadıkları çile, hastahanelerde yatan hastaların bile biber gazından etkilenmesi, ve 17 yaşındaki Dilan’nın biber gazı ile yaralanması İstanbul’daki 1 Mayıs’ı anlatan birkaç detay. Bunların yanında bazı eylemcilerin polise taş attığı, esnaf dükkanlarına saldırdığı ve polisin fevkalade orantılı güç uyguladığı 1 Mayıs,  büyük bir Emek ve Dayanışma günü olarak tarihe geçti.

Bazıları için ise; tam bir kurnazlık ve ceplerinin dolduğu bir gün oldu. Taksi ve deniz motorları kullanmak isteyen İstanbullular  resmen soyuldu.  Taksi ve deniz motoru ücretleri 2 katına çıkartılarak, yolcular taşındı. Yaşanan bunca çileden sonra beni en çok etkileyen olay ise; motor ile karşıya geçmeye çalışan 4 çocuğunu okutmak için 1 Mayıs’ta bile ev temizliğine giden teyze oldu.
 Aslında görüldüğü üzere 1 Mayıs her emekçi için bayram değil. İşe gidemediği için ağlayan teyzenin gözyaşları neye değdi? 17 yaşındaki genç bir kıza isabet eden biber gazı ile yaralanan Dilan’ın hakkını hangi polis verecek? Esnafı binlerce lira zarara sokan güya emekçiler , esnafın hakkını nasıl verecekler? Çok merak ediyorum.
Siyasi cephede ise; hükümet faturayı CHP ve DİSK’e ,  CHP ile DİSK ise faturayı Başbakan Erdoğan’a kesti. Herkesin bu kadar bencil, çıkarcı, vicdansız, ideolojik sultalar altına girdiği 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününün faturasını bende birilerine kessem; sanırım bir şey olmaz.  Bende faturayı vicdanın sesini duymayıp, ideolojik gömlekler giyerek  masum halka zarar veren herkese kesiyorum.  Cemil Meriç’in çok sevdiğim bir sözü ile yazımı noktalıyorum: “ İdeolojiler idrakimize giydirilmiş deli gömleklerdir.”
Deli gömleklerini giymeden 1 Mayıs Emek ve Dayanışma gününü kutlayan ya da kutlamaya çalışan bütün emekçilere selam olsun.

Melek GEDİK

30 Nisan 2013 Salı

1 Mayıs’ı İstanbul’da kutla(yama)mak!!!


Yarın 1 Mayıs... Emek, dayanışma ve mücadele günü. İşçilerin meydanlara çıkıp hak aradıkları, hak talep ettikleri, seslerini sadece bir gün duyurabilme fırsatı buldukları, işçi günü.


Biz, 1 Mayıs’ı ne yazık ki hiç bir zaman gülerek, kardeşçe dayanışma içinde kutlayamadık. 1 Mayıs, Türkiye’de ilk kez 1923'te resmî olarak kutlandı. Daha sonra her yıl kutlanılmaya devam eden 1 Mayıs, dönem dönem yasaklansa da; meydanlarda kutlanılmaya devam etti. Fakat 1 Mayıs 1977’de 36 emekçinin öldürülmesiyle bayrama gölge düştü. Taksim’deki otellerin teraslarından ateş açılmasıyla hem isabet eden kurşunlar hem de kargaşa nedeniyle Kazancı Yokuşu’nda 36 işçi izdiham sonucu ezilmesiyle öldü. Olayın üzerinden 36 sene geçmesine rağmen olayın failleri hala bulunamadı. Bu katliamın ardından 1981’de Milli Güvenlik Konseyi 1 Mayıs’ı resmi tatil günü olmaktan çıkardı. 2008 Nisan'ında, "Emek ve Dayanışma Günü" olarak kutlanması yeniden kabul edildi ve 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM'de kabul edilen yasa ile 1 Mayıs resmi tatil ilan edildi. Nihayet resmi tatil olmasına rağmen, 1 Mayıs hakkıyla kutlanamıyor. Hükümet ile sendikalar arasında 2010’da itibaren tatlıya bağlanan Taksim meydanında miting yapma hakkı bu sene yine hükümet ile sendikaların restleşmelerine sahne oldu. Bu sene ki restleşmenin nedeni ise; Taksim meydanındaki kentsel dönüşüm çalışmaları. Bugün itibaren tarafların hepsi üst üstüne açıklamalar yaptı.
Başbakan Erdoğan, grup toplantısında kesinlikle temsili çelenk töreni haricinde Taksim meydanında miting yapılamayacağı belirterek, aslında aba altında sopasını göstererek sendikalılara gözdağı verdi. Daha sonra DİSK genel başkanı Kani Beko, ise Taksim meydanın işçiler için özel bir alan olduğu söyleyerek, Taksim’de barışça bir kutlama yapmak istedikleri fakat hükümetin kentsel dönüşüm çalışmaları nedeniyle değil siyasi tutumları yüzünden alanı yasakladıklarını ifade etti. Ardından İstanbul valisi Avni Mutlu, Taksim meydanında mitinge izin vermeyeceklerini, çevik kuvvet sayısını artırıldığı ve olaylar çıkmaması için müdahale edileceğini açıkladı.

Bunları üzerine İstanbulluların asıl sinirlerini bozan haber öğlen saatlerinde geldi. Sabah 06:00 itibaren Anadolu’dan Avrupa İDO seferleri, bütün metrobüs seferleri ve Taksim- Levent- Kabataş metro seferleri iptal edildi. İşte olay çıkamaması için alınan önlemler İstanbulluları çıldırtma noktasında. “Emek ve Dayanışma günü”nü İstanbullular olarak kutlayamıyoruz. Çünkü valilik “münferit olaylar yaşanmasın” diye, İstanbullulara sokağı dar etti. Bu önlemlerden sonra yarın İstanbullular iyi bir imtihandan geçecek gibi duruyor. Bu özel günde “kansız bitsin” diye İstanbulluları dışarıya çıkarmayan devlet yetkilileri, 1 Mayıs 1977 katliamının faillerini bulmak için ise; bir adım atmamaktadır.
Bu noktadan itibaren ortada var olan tek şey; samimiyetsizlik. Bütün siyasi partiler “işçilerin yanındayız” nidaları attığı bu günde, 36 kişinin katilleri ve bu olayın arka planı hala bulunamıyor. 1977 katliamın faillerini bulunduğu, işçi haklarını alın teri kurumadan verildiği, adaletli, eşit bir Türkiye temenni ediyorum.
Bir gazeteci adayı olarak gurur duyarak dillendirdiğim bu günde bütün “fikir işçileri”nin de 1 Mayıs işçi bayramını kutluyorum.

Melek GEDİK

28 Nisan 2013 Pazar

Kalbimdeki Deniz

Ben zamanı durdurmak için uğraştım, o da beni...
Ben aşkın cesaret işi olduğuna inananlardanım. Fırtınaya aldırmadan hep sakin bir limana gelmek için savaştım. Ama limandakilerin cesareti yoktu, yalnız denizdekine bakmaya...O yüzden ben limana varmadan bıraktım, en büyük aşklarımı denizin tam ortasından en dibine... Bir daha bakmak istemedim yitip giden anılarıma.. Çünkü artık güçsüzdüm...hayal kırıklıklarım çoktu...Bütün acılarımı, kederlerimi bırakıp umutla baktım limana.. Artık hürdüm, özgürdüm. Hafiflemiştim canım acımıyordu..

Sonra bir gün karşılaştık sahilde... İlk bakış, ilk şaşırmalar uzaktan bir selamlaşma...o anda denizin dibine yolladığım bütün acılar, kederler denizin yüzeyine fırladı. Hiç bir şey olmamış gibi alay ettiler benle. Sen neler ile mücadele ettin bir kez daha dene dediler. Sen diyordun aşk cesaret ister diye .. özünü dinle diye .. Sonunda kendimi küllenmiş aşk denizinde buldum. Umut denizimin adı değişti cesaret denizi oldu.. Sahip çıkamadım aklıma. Hoş çıksaydım niye cesaretim yok diye sızlanırdım. Acıların üzerine gitmeyi öğrenmeye çalıştım ama olmadı.

Karşılıksız atan her yürek gibi benimki de artık durmuştu. Acılarıma artık deniz de iyi gelmiyordu ki benim en yakın arkadaşımdı deniz.. Akan her gözyaşıma, en önemlisi ona olan hasretime şahit olmuştu.. Denize hep onu anlattım. Ben anlattım denizde sıkılmadan dinlemiş gibi yaptı. Şimdi denize haykırmaktan yorulduğum günlerin birindeyim..Deniz bana ağladı, ben sana... Yitip giden yıllara, geç kalınmış sözlere...sensizlikle örttüğüm kalın duvarlara ağladım. En sonunda artık sensiz seninle yaşamaya alıştım. Alıştıkça gözyaşlarımı dindi. Acılarım azaldı.


Melek GEDİK

25 Nisan 2013 Perşembe

Filmlerle Ruhumuzu Seyrediyoruz


Film terapisi, filmlerdeki karakterlerden yola çıkarak, hastanın yapısını anlamayı kolaylaştıran ve aynı zamanda izlediği filmdeki davranışa öykünerek kişiyi tedaviye açık hale getiren yardımcı bir terapi yöntemi. Psikiyatri hastaları üzerinde uygulanan bu yöntem tedaviyi destekleyerek süreci hızlandırıyor.

PSİKİYATRİDE YENİ YÖNTEM: FİLM TERAPİ
Dünya’da 1995’ten itibaren uygulanan Film- terapi yöntemi ülkemizde adından yeni yeni söz ettirmeye başladı. Türkiye’de bu yöntemi kullanan birkaç isimden biri olan Fatih Üniversitesi Sema Hastanesi Psikiyatristi Yrd. Doç. Dr. Vedat Bilgiç ile film-terapi yönteminin ne olduğunu, uygulanma aşamalarını ve terapi-film örneklerini konuştuk.

İNSANIN YANSIMASI SİNEMA
Sinemanın insan hayatının en güzel yansıması olduğunu söyleyen  Bilgiç: “ Bir psikiyatrist olarak uzun yıllar yaptığım çalışmalardan sonra filmlerin iyileştirici etkisi olduğu gördüm. Filmler üzerinden insanlara bilgi aktarmak daha kolaydır. Bilgi deneyimlendiği zaman kalıcı hale gelir.  Sinema hatta bütün sanat dalları bize bilgiyi deneyimletir. Sinema ile insanoğlu iç dünyasına bakıyor. Film izlerken insanın bütün savunma mekanizmalarını devre dışı kalır çünkü kişinin izlediği kendisi değil başkasıdır” dedi.

Sırf hastalarıyla değil hasta adaylarıyla da film okumaları yapan Bilgiç, film terapi yöntemini şu sözlerle anlattı:“Bu yöntemde grup terapileri yapmıyorum. Genellikle seminerler veriyorum. Seminerler de örneğin; ebeveyn ilişkilerini anlatan “ Evebody’s Fıne” filmiyle Türk aile yapısını film üzerinden çözümleyerek, kişilerin aslında nasıl davrandığı ya da davranması gerektiğini anlatıyorum.”
Bilgiç, Psiko - terapi çalışmaları yaparken film okumaları ile hastanın ruh yapısını anlamaya çalıştığını ve hastaların psikanaliz- terapiye gelirken keyif almasını sağlamak için bu yöntemi tercih ettiğini söyledi.

SİNEMA İLE BİLİNÇALTIMIZI SEYREDİYORUZ
Sinemayı bir sembol olarak nitelendiren Bilgiç şunları söyledi:
“İnsanın sembolleri her şeyidir. Sembolleri ile insanlar dünyayı anlamaya çalışır. Sinema terapide hastalarla film izliyoruz. Ve hastanın filmde kendisiyle özdeştirdiği karakterler üzerinden okumalar yapıyoruz. Çünkü özdeşleştirdiği karakter; kişinin kendi bilinçaltıdır. Film terapi yönteminin hastalarda nesnel bir ölçümü olmadığını söyleyen Bilgiç, bu yöntemi sırf ilaç gibi sunulması doğru bulmadığını belirterek şunlara değindi:“Bilimin normlarından çıkmadan, psikanaliz -terapi alanında sanatsal yapıtların yardımıyla hastalara ve hastalık adaylarına yardımcı oluyorum. Ve bu yöntem ile hasta olmayan insanlar da kendi ruhlarına bakmayı öğreniyorlar. Film terapi aslında; rehabilitasyona yardımcıdır. Yaptığım film terapilerle bilim ve sanatı birleştiriyorum.

FİLMLER İLE HASTANIN RUH YAPISI ÇÖZÜMLENİYOR
Terapilerde izlettiği filmlerden örnekler veren Bilgiç, hastaların ruh yapılarına göre filmleri şöyle sıralıyor:
Köstebek Günü: Ansksiyet(kaygı) duygusu taşıyan ruh halinin tedavisinde,
Everbody’s Fıne: Ebeveyn-çocuk ilişkilerinde
Yama Adam: Hekim-hasta ilişkilerinde
Anlat Bakalım: Sosyal ortam girdiğinde heyecanlanan insanları ruh yapılarının tedavisinde,
3 İdiots: Hayatta ne olmak istediğine karar veremeyen,  eğitimcilerin öğrencilere nasıl eğitim vermesi gerektiğinde,
Akıl Oyunları-Zindan Adası: Şizofreni hastaların ruh halini anlatarak hastaların ruh yapılarının analiz edilmesinde yardımcı oluyor.

Melek GEDİK

9 Mart 2013 Cumartesi

Yaşasın Kapitalizm :)))))

Yaşasın kapitalizm! Yaşasın tüketim çılgınlığı! Yaşasın cebinde 10 lirası olmayıp, 2000 liralık telefonla gezen sömürülmüş halk..Maalesef sözlerim bazı insanlara ağır gelse de Türkiye’nin durumu tam olarak yazdığım şu cümlede saklı. Cebinde 10 lirası olmayıp, 2000 liralık telefonla gezen insanlar...

Okuduğum bir haber beni dehşette düşürdü. Haber ile birlikte, AVM’lerinin hayatımızdaki yerini bir kez daha sorgulama ihtiyacı hissettim. Haberin en çarpıcı kısmı ise söyle; yapılan bir araştırmaya göre, Bakırköy'deki AVM sayısı, 11. Araştırmayı değerlendiren KDM Alışveriş Merkezleri Kiralama ve Yönetim Danışmanlık'ın kurucusu ve Genel Müdürü Murat İzci: " 2012 sonunda Türkiye genelindeki toplam AVM sayısı 272'ye ulaştı.Bakırköy AVM sayısında, Slovenya, Hırvatistan, İzlanda, Lüksemburg, Estonya Karadağ,Makedonya, Malta, Güney Kıbrıs, Arnavutluk ve Bosna Hersek olmak üzere 11 ülkeyi geride bıraktı" dedi.Tabi Murat izci araştırmayı olumlu bir bir bakış açısıyla değerlerlendirmiş.

Herkesin olumlu baktığı bu duruma biraz farklı bakalım. Bir ilçemizdeki AVM sayısı 11, bu rakam aslında kültürümüzün nasıl değiştiğini, eğlence ve tüketim anlayışımızın sadece para odaklı mekanlarda aradığımızın en acı ve en somut göstergesi oldu. AVM’lere artık herkes bir kültür gözüyle bakıyor ama ben bakmak istemiyorum. Benim kapalı bir alan içinde robotlar gibi alışveriş yapmamı isteyen, hızlı bir şekilde yemek yememi sağlayıp dostlarımla arama duvar ören, havasız bir salonda filmler izletip beni sömüren bir yapının kültür olarak adlandırılması çok acı. Hepimiz gerçeklerden kaçıyoruz. Etrafımızı “emperyalizm” dibine kadar sarsmış durumda. Ve biz bunun farkına varmak yerine sürekli kendimizi aklama çabası içindeyiz. Çünkü sömürülen insanoğlu, sömürüldüğünü görmek istemiyor. Aslında haklı iken haksız konuma düşüyor.

Kapitalist dünyanın insanları sürekli kendilerini haklı çıkarmak işin şu cümle ile kendilerini avutuyorlar: “Bizi bu hale sistem getirdi” diyorlar. Herkesin dilinde bu nida. Varolanı görmemek için kılıf uydurduğumuz bu cümle; yine kapitalist sistemin yöneticileri tarafından üretilmiş bir cümledir. Sömürünün, emperyalizmin adı; ‘çalışıyorum, kazanıyorum istediğim kadar harcarım’, kapitalizmin adı; ‘herkese karşı adaletli olunmaz ki’, AVM’nin adı; ‘kültür’ oldu.

 Adaletsiz bu düzenin içinde yaşayan bizlerin belki şu an yapabilecek çok büyük adımları olmasa bile en azından yaşadığımız dünya düzeninde neler olup bittiğini, gün geçtikçe artan hızlı yaşamın ve onun ürettiği yapıların hayatımızı ne kadar etkileyip etkilemediğini sorgulamak gerekir. Düşünmek ve sorgulamak belki bizlere unuttuğumuz gerçek kültürel değerleri yeniden hatırlatır.

Sadece “Ben” bakışı ile baktığımız dünyaya daha “vicdanlı” bir bakışla bakarsak, belki daha temiz ve daha adaletli bir dünyamız olabilir.
“Umut” etmek güzeldir...

Melek GEDİK

28 Şubat 2013 Perşembe

Elinizi Kadınların Üstünden Çekin!



                                                             
 Medya içeriklerinin baş kahramanı kadın...

  Son günlerde dikkatimi çeken ve beni inanılmaz rahatsız eden bir konu bu. Nedir kadın?

  Kadın; annedir,yoldaştır,berekettir,Yaratıcı’nın dünyada yansımasıdır.Kadın; ahlâkıyla güzelleşen,verdiğiniz tek dalı size kocaman   bahçe olarak geri iade eden,sevgiyi seven,güzel varlıktır.Yanıbaşınızdayken birden dünyanın öbür ucunda olabilendir kadın...
  Allah’ın sanatını en güzel haliyle yansıtan kadınlar artık; reklam malzemesi,ticari kaygıların çıkış yolu haline geldi. Alakasız olarak, erkek ürünlerinin gösterildiği bir reklamda bile kadını en mahrem haliyle görmek mümkün. Çıplak kadın, estetik yoksunu sanatçılara ilham verir oldu.

  Arama motorlarına “güzellik” yazınca, karşımıza çıkan binbir çeşit kadın fotoğrafları var mesela. Güzellik denince kadından başka bir şey düşünemeyen zihniyet, kadının haysiyetini yerden yere vuran zihniyetin ta kendisidir. Kadın güzeldir elbet. Ama kadın dişiliğiyle değil,kişiliğiyle anılması gereken bir mucizedir. Kadının güzelliği önce kaşında,gözünde değil,duruşunda,saygısında,sevgisinde ve her şeyden önce ahlakındadır.

 Medyada görüyoruz kadın diye diye dert sahibi oldu bazı abilerimiz. Kadın hakları,kadın sorunları,kadın şiddeti,kadının örtüsü ve çıplaklığı... Sürekli  medyada yer alan,sıcaklığı hiç geçmeyen başlıklar şüphesiz.

 Kimisi köşe yazıları yazıp, kadının görevlerini bildirdi. Kimi çalışmasın diye bağırdı. Kadın şiddeti konu olunca en önde koşanlar, gazetelerinde sansürsüz kadın cesetlerini yayınlayıp, paraları içki sofralarında şüphesiz yedi! Falan,filan... Size kadınlar ne yapsın diye sorduk mu abiler? Siz kimsiniz ki bu kadar dert edindiniz bizleri.

 Sürekli konuşmak yerine toplumun başrolü kadınları; eğitmek,öğretmek,manevi güzelliğe teşvik etmek daha hayırlıdır. Kadın bir milleti oluşturan bireylerin hocasıdır çünkü. Kadını ahlâklı olmayan,sevmeyen,sevilmeyen toplum sağlıksız bireyler yetiştirir. Bu bireyler döner,dolaşır başa bela olur.

Kadınları eşya olarak görmekten vazgeçin.Kadınları malzeme olarak görmekten vazgeçin.Kadınları konuşmaktan vazgeçin.

Kadınları sevin, sayın,düşünün.Kadınlara öğretin. Kadınlarla konuşun..

Çünkü kadın yalnızca bunlarla haysiyet sahibi olacak kadar MUCİZE bir varlıktır...
Kadın mucizenin kendisidir.

Görebilene!

Pınar KÖSE