28 Şubat 2013 Perşembe

Elinizi Kadınların Üstünden Çekin!



                                                             
 Medya içeriklerinin baş kahramanı kadın...

  Son günlerde dikkatimi çeken ve beni inanılmaz rahatsız eden bir konu bu. Nedir kadın?

  Kadın; annedir,yoldaştır,berekettir,Yaratıcı’nın dünyada yansımasıdır.Kadın; ahlâkıyla güzelleşen,verdiğiniz tek dalı size kocaman   bahçe olarak geri iade eden,sevgiyi seven,güzel varlıktır.Yanıbaşınızdayken birden dünyanın öbür ucunda olabilendir kadın...
  Allah’ın sanatını en güzel haliyle yansıtan kadınlar artık; reklam malzemesi,ticari kaygıların çıkış yolu haline geldi. Alakasız olarak, erkek ürünlerinin gösterildiği bir reklamda bile kadını en mahrem haliyle görmek mümkün. Çıplak kadın, estetik yoksunu sanatçılara ilham verir oldu.

  Arama motorlarına “güzellik” yazınca, karşımıza çıkan binbir çeşit kadın fotoğrafları var mesela. Güzellik denince kadından başka bir şey düşünemeyen zihniyet, kadının haysiyetini yerden yere vuran zihniyetin ta kendisidir. Kadın güzeldir elbet. Ama kadın dişiliğiyle değil,kişiliğiyle anılması gereken bir mucizedir. Kadının güzelliği önce kaşında,gözünde değil,duruşunda,saygısında,sevgisinde ve her şeyden önce ahlakındadır.

 Medyada görüyoruz kadın diye diye dert sahibi oldu bazı abilerimiz. Kadın hakları,kadın sorunları,kadın şiddeti,kadının örtüsü ve çıplaklığı... Sürekli  medyada yer alan,sıcaklığı hiç geçmeyen başlıklar şüphesiz.

 Kimisi köşe yazıları yazıp, kadının görevlerini bildirdi. Kimi çalışmasın diye bağırdı. Kadın şiddeti konu olunca en önde koşanlar, gazetelerinde sansürsüz kadın cesetlerini yayınlayıp, paraları içki sofralarında şüphesiz yedi! Falan,filan... Size kadınlar ne yapsın diye sorduk mu abiler? Siz kimsiniz ki bu kadar dert edindiniz bizleri.

 Sürekli konuşmak yerine toplumun başrolü kadınları; eğitmek,öğretmek,manevi güzelliğe teşvik etmek daha hayırlıdır. Kadın bir milleti oluşturan bireylerin hocasıdır çünkü. Kadını ahlâklı olmayan,sevmeyen,sevilmeyen toplum sağlıksız bireyler yetiştirir. Bu bireyler döner,dolaşır başa bela olur.

Kadınları eşya olarak görmekten vazgeçin.Kadınları malzeme olarak görmekten vazgeçin.Kadınları konuşmaktan vazgeçin.

Kadınları sevin, sayın,düşünün.Kadınlara öğretin. Kadınlarla konuşun..

Çünkü kadın yalnızca bunlarla haysiyet sahibi olacak kadar MUCİZE bir varlıktır...
Kadın mucizenin kendisidir.

Görebilene!

Pınar KÖSE

" tanış olmak,birlikte bütünleşmektir.."

"tanışmak, birlikte başlamaktır, birlikte bitirmektir. 

birlikte solumak, birlikte duymak, birlikte yürümek, birlikte dayanmak, birlikte katlanmaktır tanış olmak.


tanış olmak, birlikte bütünleşmektir. 


yürekleri birbiri içinde eritmeksizin tanışmak olmaz. 


gövdelerin birbirini tanımasına, tanışma demek olmaz.


tanışmak, katılmaktır, katmaktır, yüklemektir ve yüklenmektir. 


katılmıyorsanız, katmıyorsanız, yüklemiyor ve yüklenmiyorsanız, tanışmıyorsunuz demektir.


selâm, tanışların evrenine açılan kapanmaz bir kapıdır. 


bu kapıdan akan hep sevgidir, hep bir dostluktur, hep bir kardeşlik ve arkadaşlıktır.


sohbet, tanışlar için sıcak bir kucaktır, sıcak bir barınaktır. 


tanış olmayan inşirah nedir bilmez bağırlarda. 


birbiriyle tanış olmayan için hakk'la tanış olmaya bir yol yoktur.


tanış olmak bir buyruğa cevap vermektir. 


yüce bir buyruğu yerine getirmektir. 


tanış olmaksızın bu hayata müdahale etmek bu hayat içinde ayakta durmak, sürüp giden bu ters akışı durdurmak olmaz.


tanışmak, sele dönüşen bir rahmet içinde, yine bir rahmet için bir-likte sırılsıklam ıslanmaktır. 


tanış olmak, birlikte özlemek, birlikte kucaklamak, birlikte sahip olmak, birlikte mahrum olmak birlikte istemektir.


tanışlar, aynı renklerin, aynı çizgilerin, aym kokuların, aynı lezzetlerin ve aynı acılarm biçimsel özellikleri farklı habercileridirler. 


onlar, birlikte yakaracaklar, birlikte yaklaşacaklar, birlikte varacaklardır.


bir sevdayı bin büyütmek ancak tanışlara özgü bir şandır. 


sevdaları tanışlar bölüşmekte, hüzünleri tanışlar bölüşmekte, tanışlar bölüşmektedir.


tanış olanlar birbirlerini dinleyenlerdir, birbirlerine söyleyenlerdir. 


uyaranlardır. uyarılanlardır. 


tanış olunca hiçbir alanda darlık yoktur.


tanış olmak, evrene, eyleme, sorumluluğa ve sabahlara birlikte uyanmaktır. 


tanış olmak bütün bir mü'min coğrafyayı yüreklere nakşetmektir. 


tanışmak hep bir barışmaktır, hep bir bağışlamaktır. 


barışmaksızın, bağışlamaksızın Hakk'a ulaşmak olmaz."

atasoy müftüoğlU / vakti kuşanmak

23 Şubat 2013 Cumartesi

Sağcı bıyığı, Solcu sakalı


Böyle bir yazı yazmaya itiraf etmeliyim ki; “Seksenler” dizisini izlerken karar verdim. “Seksenler” dizisi, 1980’den başlayarak Türkiye’nin 33 yıllık geçmişinin ve değişiminin hikayesini anlatmak için yola çıkmış , eğlenceli bir sit-com.  Dizinin 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki bölümleri ise; izlendiğinde insanda garip duygular bırakıyor. 12 Eylül’ün faşistçe uygulamalarını ironik bir şekilde anlatan dizi,  askeri dönemin “şekilcilik” yüzünden yaptığı uygulamaları alttan alta eleştirerek,  aslında ağlanacak halimize dizi yoluyla  güldüğümüzü de gösteriyor. Dizi de özellikle bıyığı, sakalı , kılık- kıyafeti yüzünden içeri alınan gençlerden bahsediliyor. Dizi, bu şekilciliğin yanında  Cem Karaca , Zülfi Livaneli gibi sanatçıları dinleyenlerin, Yılmaz Güney filmleri izleyenlerin , Can Yücel şiirleri okuyanların , “umut”kelimesi kullanan insanların geçmişlerine bakılmadan “ vatan hain”i  kabul edilip, günlerce gözaltında alındıklarını , hatta sırf bu saydığım nedenler yüzünden  Selimiye’de işkenceye maruz kaldıklarını da anlatıyor. 12 Eylül, insanların sırf bıyık ve sakalları , giydikleri kıyafetler, dinledikleri sanatçılar yüzünden,  içeri alındıkları faşist bir dönem olmuştur.  Siyasi eğilimli, ne olursa olsun,  12 Eylül 1980 darbesi her kesimden gelen insanın üzerinden silindir gibi geçmiştir. Darbenin görünen kısmının  yanı sıra; alt metninin okumasını yaptığımızda; bu darbe ile Türkiye’de bütün muhalif damarların önüne set çekilmiş, 24 Ocak kararlarının uygulanması için  muhaletfetsiz bir zemin oluşturulmuş, popüler kültür topluma entegre edilmeye çalışılmış ve gençler apolitikleştirilerek susturulmuştur. Bu darbenin asıl amacı ise;  ABD’nin neoliberal politikaları sessiz sedasız asker eliyle  Türkiye’ye uygulanmaya çalışılmasıdır. Şu an unuttuğumuz bu acı dönemler mevyesini çoktan vermiş. Gençler popüler kültürün bütün etkilerine maruz bırakılmış ve siyasete olan bakış açıları “suya sabuna dokunmamak” şeklinde gelişmiştir. Bu yaşanan faşist ve acı dönemin sonuçlarını bir kez hatırlatarak maziyi unutmamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü unuttuğumuz her acıyı yeniden yaşamaya maruz kalabiliriz. 12 Eylül darbesi sonuçları ile  ilgili bazı rakamlar vereceğim. Lakin bu rakamlar resmi rakamlardır ; fakat ben bu rakamların gerçek olmadığını,  durumun korkunçluğunu azaltmak için askeri yönetim tarafından en asgari düzeyde verildiğini düşünüyorum.

12 Eylül 1980 darbesini görünen vahim sonuçlar:

·         650.000 kişi göz altına alındı.
·         1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
·         Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
·         7 bin kişi için idam cezası istendi.
·         517 kişiye idam cezası verildi.
·         Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı).
·         İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
·         71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
·         98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
·         388 bin kişiye pasaport verilmedi.
·         30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
·         14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
·         30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
·         300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
·         171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
·         937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
·         23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
·         3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
·         400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
·         Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
·         31 gazeteci cezaevine girdi.
·         300 gazeteci saldırıya uğradı.
·         3 gazeteci silahla öldürüldü.
·         Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
·         13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
·         39 ton gazete ve dergi imha edildi.
·         Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
·         144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
·         14 kişi açlık grevinde öldü.
·         16 kişi -kaçarken- vuruldu.
·         95 kişi -çatışmada- öldü.
·         73 kişiye -doğal ölüm raporu- verildi.
·         43 kişinin -intihar ettiği- bildirildi.

Melek GEDİK

20 Şubat 2013 Çarşamba

Bir “ Madımak” daha yaşanmasın!


İki gün önce BDP Kürt sorununa çözüm arayışı için Karadeniz turuna başladı. Barış görüşmelerinin ilk adresi Çorum oldu.  BDP milletvekilleri Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Kürkçü, Sabahat Tuncel,  Levent Tüzel gibi isimlerden oluşan heyet Çorum’dan sonra Sinop’a hareket etti. Fakat heyet Sinop’a gelir gelmez meydanda toplanan 200 kişi tarafından protesto edildi.  Tepkiler nedeniyle öğretmenler evine sığınan heyet, yaklaşık 9 saat öğretmenler evinde mahsur kaldı. Bunun nedeni; milliyetçi ve şovenist duygularla hareket eden vatandaşların olması. Kürt sorununun çözümü konusunda barış adımlarının atılmaya çalışıldığı bir dönemde Türkiye zor ve çetin günlerden geçmekte. BDP vekillerinin öğretmen evinden saatlerce mahsur kalması, bana 1993’te Madımak otelinde yaşanan olayları hatırlattı. “Madımak oteli katliamı” Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçti. Bir takım gizli güçler ve faşist duygularla hareket eden insanlar  tarafından 35 alevi vatandaşımız öldürüldü. Sivas’ta yaşanan olaylar güya dini hassasiyetleri olan faşistler tarafından yapılmıştır. Güzel İslam dininin tam olarak bilmeyen bir takım insanlar dini kullanarak faşistçe insanları katletmişlerdir.  Arada geçen onca zamana rağmen olayın gerçek failleri bulunamadı ve olay dönemin hükümeti tarafından örtbas edildi.  Yaşanan bu hazin olaydan sonra iki gün önce yaşananları gördükten sonra “Madımak bir daha yaşanmasın”  demek istiyorum. Yıllardır süren  terör olayı kanayan bir yara.  Terör örgütüne yapılan askeri operasyonlar yıllar içinde hiçbir sonuç vermedi. Bu operasyonların yanında bölge halkına devlet tarafından yapılan yasaklamalar örgütün daha çok palazlanmasına neden oldu ve örgütün tabanını artırdı.  Lakin yaşanan süreçte bunların hiçbiri çözüm olmadı.Yıllar içinde bir çok şehit verdik ve  birçok ocağa ateş düştü.  Bu kanın durması için çözümün ne olacağı konusu tartışmalı.  Ama yaşananlar karşında şehit analarının bile,  ‘ Yeter ki kan dursun’ dediği bir dönemde herkesin daha itidalli olması gerektiğini düşünüyorum. Yaşanan bu kritik dönemde vatandaşlarımız, ne olursa olsun, daha sağduyulu davranmalılar. Ne kadar acılı ve zor olsa da 33 senedir süren bu terör olaylarına artık dur denmeli.  Barış için herkes yüreğine taş basarak terörün bitmesi için çözüme yardımcı olmalıdır.

Melek GEDİK

18 Şubat 2013 Pazartesi

İnce Bir Sızı



Herkesin bir sevdası vardır...
Belki hep yanında olup fark etmediği ya da uzaklar da olup, yüreğinin ta içinde hissettiği
Gizlice içinde yaşayanlar ya da açıkça cesaret edip yüreğini açanlar...
Ama adı üstünde hepsi aynı türküyü söylüyor hepsi sevda diyor...
Kimisi sevdasını bir zerdali ağacına anlatıyor,  kimisi deniz kıyısındaki martılara...
Kimisi vefalı dostlarına , kimisi sayfalarca mektuplara, kimisi soğuk bir mezara...
Bazısı ağlayarak,  bazısı kahkaha atarak dindirmeye çalışıyor içindeki sızıyı...
Kim bilir kaç gece uykusuz bitti sevda yarası olanlar için...
Kim bilir kaçı gözyaşlarını saklı köşelerde sakladı..
Sevda bazen utanmaktı, bazen cesaret...
Bazen ıstırap.. bazen sonsuz güven....
Ama hep ince bir sızıydı sevda...
Yıllar geçse de  dinmeyen ama kabuk bağlayan bir yaraydı..
Bir şarkıda,  bir şiirde, bir seste, bir bakışta ortaya çıkan kocaman bir sızıydı...
Büyük sevdaların gözyaşı yoktur  onlar o kadar acı çekmişlerdir ki...
Gözyaşı akıtmaz o yürekler...
O büyük sevdaları umarsız yürüyüşlerden,  gülen gözlerinin içindeki buluttan tanırsınız..
Hep aynı yılgınlık , hep aynı umarsızlık vardır..
Gözyaşı dökmemek ne acıydı onlar için yitip giden yıllara saygıydı onların sevdası...
Kalbin en derin ama en masum heyecanıydı sevda ...

Melek GEDİK

13 Şubat 2013 Çarşamba

Osman Sınav: Sağcı da solcu da “Bağımsız Türkiye” istedi


Ünlü yönetmen ve yapımcı Osman Sınav,  1960’lı yıllarda sağcı-solcu diye bölünen gençlerin isyan noktalarının aynı olduğunu belirterek,  gençlerin sadece “ Bağımsız Türkiye” istediklerini söyledi.

Ünlü yönetmen ve yapımcı Osman Sınav ile yaptığı projeleri, projelerine gelen tepkileri, sanata ve ideolojiye bakış açısını sorduk.

SOL BAŞKALDIRAN, SAĞ YARATICI
Osman Sınav en son yayınlanan Uzun hikaye filmindeki  hak, adalet ve eşitlik kavramlarını savunduğu için sosyalist damgası yiyen Ali karakteri üzerinden dönemin ideolojisini şu sözlerle değerlendirdi: "Uzun Hikaye 1940’larda başlayan 1970’li yıllara uzanan bir dönem filmidir. Sol ve sağ kavramlarının anlamlarına baktığımızda sol kavramı;  başkaldıran, itiraz eden , analitik zekaya sahip, düşünce yapısını içerir. Sağ kavramı ise; yeniliklere açık ve  yaratıcı düşüncelere sahip düşünce yapısını. Bir dönem Türkiye’de hak, adalet, hukuk deyince  “Sen komünist misin?”  derlerdi."

TÜRKİYE’DE ÇOK AZ İNSAN MARX OKUYUP, SOSYALİST OLMUŞTUR
Sınav,  Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanan sağ-sol kavgasının çıkış noktasını, bu ideoloji ile hareket eden gençlerin isyan noktalarının aynı olduğunu belirterek şu sözlerle anlattı: “Türkiye’de ideolojik kavramlar birbirine çok karışmış. Çok az insan Marx okuyup, sosyalist olmuştur.  Halka baktığımızda aynı aileden birisi solcu,  birisi ülkücüdür.
Buradaki ayrımda bütün gençlerin çıkış noktası; “Bağımsız bir Türkiye” idi . Muhafazakar kesimden gelen gençler  milliyetçi, daha  dinden uzak kesimden gençler ise komünist olmuşlardır. Dönemin sosyolojik analizi yapılırsa; altından bu yaptığım ayrım çıkar."

MARX,  OSMANLI’YI BİLSEYDİ DAHA FARKLI BİR KİTAP YAZARDI
Sınav,  Türkiye’deki  gençlerin faşizm ya da komünizm diye bir dertleri olmadıklarını belirterek, bu iki rejimin oluşması için şartların olmadığını şu sözlerle ifade etti: “ Bu iki rejimin oluşması için gereken şartları vardı. Bizim topraklarımızda bu şartlar hiçbir zaman olmadı. Bana göre Marx bizim toprağımızı bilseydi;  daha farklı bir kitap yazardı. Çünkü Osmanlı da mülk kavramı yok . Mülk,  sadece Allah'ındır. Mülk kavramı olmadığı için,  feodalite oluşmamış. Aristokrasi gelişmemiş ve bunların üzerine sanayi de gelmediği için “işçi sınıfı” oluşmamıştır. İşçi sınıfı oluşmadığı için sosyalizm,  batılı anlamda da feodalite gelişmediği için faşizm bizim topraklarımızda  gelişmemiştir.”

UZUN HİKAYE, İSYAN AHLAKINI ANLATIYOR
Sınav,  bir ülkücü  ya da islamcının hak konusunda hareket noktasını , “Hak edenin ücretini alnını teri soğumadan vereceksin” hadisi olduğunu ,  gençlerin yetiştirilme tarzlarına göre bir taraf seçtiğini söyleyerek, Uzun hikayenin bir isyan ahlakı filmi olduğu söyledi.

ABDÜLHAMİT’İ BİLMEDEN İSLAMLA, LAİKLİKLE OLAN SORUNLARIMIZI ÇÖZEMEYECEĞİZ
Sınav, çekmeye hazırlandığı dönem dizisi “Karakeçili” yi neden yapmak istediğini şu sözlerle anlatti: “Abdülhamit’ten itibaren tarihe bakmamız gerekiyor. Eğer o dönemden bakamazsak Cumhuriyet ile ilgili yaşadığımız hiçbir sorunu çözemeyeceğiz. Toplumsal çatışmalarımızı o dönemden itibaren analiz ederek günümüze bakmazsak;   İslamla, Laiklikle,  dış politikayla , Dünya’daki yer  alışımız ile ilgili sorunları  çözemeyeceğiz. Ve maalesef  kişiliksiz bir ülke olacağız.Dünyanın en oynak ve tehlikeli yerindeyiz.”

SANATI İDEOLOJİNİN EMRİNE VERİRSEN, BİLDİRİ KAĞIDI OLUR
Sinema ve ideoloji arasındaki bağı değerlendiren Sınav şunları kaydetti: “ Sinema bir sanattır. Sinemanın beyazı, siyahı, devrimcisi,islamcısı, milliyetçisi olmaz. Sanatı, ideolojinin emrine verirsen, o sanat değil bildiri kağıdı olur.  Sanat ideolojinin emrine girmez sadece ideolojiler sanatla faydalanır. Sanatın kendi duruşu vardır.Sanat yaratılışı, varoluşu, insanın nasıl bir ruh hali ve vicdan içinde olduğu sorgulama işidir."

YÖNETMEN SAMİMİ İSE; ÇIPLAKLIKTA ÇEKEBİLİR, CAMİ DE ÇEKEBİLİR
Sanatın vicdan yaratma işi olduğunu belirten Sınav: “ Sanat, hangi dilden, ırktan ya da sosyal gruptan olursa olsun, varoluşun içsel sorgunun yapıldığı alandır. Bunu sinemada yapan yönetmendir. Yönetmen, dünyasında ne varsa;  o sinema onu ifade eder. Aynı yönetmen çıplak bir filmde çekebilir, camide de  bir film çekebilir. Eğer samimi ise; iki filmde de aynı ruhu bulursunuz. Sanatın ideolojisi varsa; ideolojisi burada yatar. Bu kavramlar bizi oyalıyor ve sinemayı da geriletiyor.” şeklinde konuştu.

SANAT OLMADAN TOPLUM, TOPLUM OLMADAN SANAT OLMAZ
Sanat toplum  için mi? Toplum sanat için mi? tartışmalarına değinen Sınav bu tartışmaları saçma bulduğunu biri olmazsa, diğerin de olmadığını söyleyerek konu ile alakalı bir anısını şu sözlerle anlattı: “Ben bu hikayeyi rahmetli Metin Erksan’dan dinledim. Metin Erksan yıllar önce  Trt ‘de 5 hikayelik bir dizi çekmişti. Televizyon işi olduğu için,  soyut olarak algılanmış. Herkes eleştirmiş ve sonra Metin Erksan , “Ben kendim için yapıyorum” demiş. Daha sonra Yaşar Kemal’e  bu tartışmaları sorduklarında , “Ben halk için yazıyorum”demiş. Bu tartışma alevlendi. Bir gün karşı karşıya gelmişler ve Yaşar kemal Metin Erksan’a : “ Metincim bende kendim için yazıyorum ama bu böyle  televizyondan söylemez ki” demiş. Belli bir doygunluğa ulaşmış kişiler böyle bir çıkışlar yapabilirler. Bu duygu isyan, olarak onun hakkıdır."

TABU NEYMİŞ ŞİMDİ ANLADIM
Yayınladığı dönemde eşcinsel sahnesi ile büyük ses getiren Kılıç günü dizisiyle o dönemde çeşitli gruplar tarafından protesto edilen Sınav, dizinin yayınlandığı hafta yaşadıklarını şu sözlerle anlattı: “Dizinin bir bölümü yayınlandı ve  beni 28 gazeteci röportaj yapmak için aradı. Hatta 8 canlı yayın programa davet edildim. Hiçbirine gitmedim. Ben ve basın danışmanım gazetecilere bölümü izleyip izlemediklerini sorduk. Lakin hiç kimse izlememişti. Hatta en son dostum Can Dündar aradı ve NTV’ de haber bülteni sunuyordu. Ben Can’a sordum izleyip izlemediğini o da  izlememiştim. Ben programa gitseydim izleyecekti. O da sadece 45 saniyelik kısmı izleyip beni çağırdı. Ama ben gitmedim. Telefonu kapatırken  Can’ a şu cevabı verdim: “ Mustafa filminden sonra Ayşe Arman'a bir röportaj vermiştin. Ve oradaki manşet çok hoşuma gitmişti. “Tabu neymiş şimdi anladım” deyip kapattım."

BİR HAFTADA 4 FARKLI SOSYAL GRUP TARAFINDAN PROTESTO EDİLDİM
4 farklı sosyal yapıdan gelen gruplar tarafından protesto edildiğini söyleyen Sınav, bu dört ayrı kesimin ortak tepkisini sosyolojik bir analizinin yapılması gerektiğini belirterek,"Ben dizinin o sahnesi yayınlandığı hafta, aile koruma dernekleri, Zaman gazetesi, gey-eşcinsel örgütleri ve Alperen ocakları tarafından protesto edildim" dedi.

EN SERT TEPKİ ZAMAN GAZETESİN’DEN GELDİ
En sert yazının Zaman gazetesinden geldiğini anlatan Sınav şu sözleri kaydetti: “Zaman gazetesinde bir yazar  çok sert bir yazı yazdı. O zaman Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı ile konuştum  ve onlara bari siz beni anlasaydınız dedim. Ben 3 ay boyunca Süleyman Çobanoğlu ile o sahneyi yazarken sırf reyting için mi yazarım şeklinde konuştum. Keşke şu soruların cevabını verip ve bütün bölümü izleyip öyle yazsaydı arkadaş beni dedim. "Niye peygamber gelir? Musa niye Firavunun sarayında büyüdü? Vahiy hangi şartlarda gelir? Lut kavmi neyi ifade eder?”

BAKIŞ AÇIMIZ ÇOK SIĞ
Kılıç gününde o sahne haricinde 5 hayat öyküsü olduğunu söyleyen Sınav son olarak şunları söyledi:  “O dizide Musa ve firavunun hikayesini anlatıyorduk. Algımız ne kadar sığ olduğunu gördüm ve farklı sosyal yapılardan gelen 4 ayrı kesimin sanata bakışını gördüm.  Sonrada  ben kendim için sanat yapıyorum demek zorunda bırakılıyorsun.”

Özel Röportaj: Melek GEDİK

8 Şubat 2013 Cuma

DÖNÜŞ...






Gülcan Anadolu’nun güçlü, direnen, cesur , fedakar, vefalı, aşık kadını..Gülcan’a can veren ise sinemanın sultanı, kapkara gözleri ile herkesi etkileyen usta isim Türkan Şoray.İzleyen herkesi derinden etkileyen bir filmdir DÖNÜŞ. Bu filmi anlamlı yapan bir usta isim daha var. Duru sesi ile bu filmi unutulmazlar arasına yerleştiren Seha Okuş... “Hasretinle yandı gönlüm” ile Gülcan’ın yaşadıklarını,adeta kulağımıza, kalbimize ok misali saplayan ses.Onun yaşadıklarının türküsüdür: Hasretinle yandı gönlüm...

Sevdiğiydi İbrahim. Onun için köyün ağasını karşısına aldı. Zaten kimsesi yoktu bir İbrahim’i vardı.Bir tek o vardı temiz, küçük dünyasında. Toprak işçiydi Gülcan ile İbrahim. Birlikte işledikleri toprağın üzerinden kurdular saadet kokan yuvalarını. Bütün zorluklara rağmen aşkın gücüne inanmışlardı. Mutlulukları bir bebek ile taçlanmıştı.Ama geçim sıkıntısının verdiği ıstırap Gülcan ile İbrahim’in saadetine gölge düşürmüştü.
Gurbet yolları görünmüştü İbrahim’e. Almanya’ya işçi olarak gidecek ve para biriktirip gelecekti. Aslında birkaç kez geldi yuvasına, köyüne, memleketine... Fakat artık dönen Gülcan’ın sevdiği değildi.Yabancı memleketler değiştirmişti sevdiği adamı. Birbirleri için ölümü göze alan aşıklardan biri, yolunu değiştirmiş saadeti yabancı topraklarda bulmuştu.
İbrahim mektuplar yazıyordu okumayı bilmeyen Gülcan’a. Bir gün onların arkası da kesildi. Bilmiyordu ama İbrahim’den haber almak için köy öğretmeninden öğrendi okumayı,yazmayı.
Köy yerinde söz oldu okuma sevdası. İftira attılar Gülcan’nın namusuna, haysiyetine, şerefine. Ama o direndi bütün bunlara. Başına gelenlerin kimin yüzünden olduğu biliyordu.Bunların aşkına karşılık vermediği Ağa yüzünden olduğunu.
 Aç kaldı, işsiz kaldı...Evsiz, barksız ama en önemlisi İbrahim'siz kaldı. Günlerce ağladı bebeğine sarılarak. Hasret türküsü söyledi, İbrahim'siz geçen günleri bir an önce bitsin diye.Ama o büyük sevdası gelmedi. Çünkü Almanya’da yabancı bir kadın ile evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş, kendisini bekleyenleri unutmuştu İbrahim.

 Umudun bittiği yerde yavrusuna sığınmış, ağanın zulümlerine karşı direncin bittiğin an gelmişti artık. Bebeğini, ağanın zalim yardımcıları nehire attığında bütün dünyası yıkılmıştı.Cesur, direnen güçlü kadının tutunacak hiçbir dalı kalmamıştı artık. Gözlerindeki hasretin, acının yerini sadece intikam duygusu almıştı. Evlat acısı hiçbir hasrete benzemiyordu. Aldı intikamını Gülcan. Ağayı öldürmüştü, yavrusunun can verdiği nehrin kıyısında. Hiçbir şey olmamış gibi devam etti yoluna.Acısı doruğa ulaştığı içindir umursızca yürüyüşü...
Final sahnesi ise; izleyenlerin gözyaşlarını tutamadığı, ihanetin gözler önüne serildiği ama merhametin yüreklere işlendiği kaza sahnesidir. İbrahim dönüyordu gurbet ellerinden ama yalnız değildi.Alman eşi ve çocuğu ile dönüyordu. Gülcan’a son darbeyi vurmak için geliyordu. Vefasızlığını ve ihanetini göstermek için geliyordu.

 Bir kaza sonucu İbrahim ve yabancı karısı ölmüş,sadece minik bebek kurtulmuştu.Aynı anda o müthiş türkü duyuluyordu. “ Hasretinle yandı gönlüm”... Kazayı gören Gülcan’ın yüreğinden şu sözler dökülüyor hasreti İbrahim’e:
- Dönüşün böyle mi olacaktı İbrahim böyle mi olacaktı? diyordu.
Vefanın, fedakarlığın, aşkın sonu büyük bir ihanet oldu...

Melek GEDİK