9 Ocak 2015 Cuma

Çözüm süreciyle Türkiye karanlık geçmişiyle yüzleşiyor!

Çözüm sürecini siyasi ve toplumsal yönlerini değerlendiren Prof. Dr. Ali Murat Yel: “Çözüm süreci Türkiye Cumhuriyeti’nin karanlık geçmişiyle yüzleşip ileriye yönelik atılan demokratik bir adımdır.” dedi.
Son yıllarda Türkiye siyasetinin en çok konuştuğu konulardan biri; çözüm süreci. Süreç; özellikle 2002 seçimlerinden sonra AK Parti hükümetinin iktidara gelmesiyle başlayan demokratikleşme adımlarından biri. Çözüm süreci; 1978'den itibaren terör faaliyetleri ile Türkiye'nin siyasi, sosyal ve ekonomik hayatına darbe vuran PKK'nin bitirilmesi ve Türkiye'de yaşayan Kürt halkını demokratik haklarına ulaşmasını hedefleyen bir proje olarak karşımıza çıkıyor. Bu projeyi ve atılan adımların siyasi ve toplumsal boyutlarını Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Murat Yel ile konuştuk.
"ÇÖZÜM SÜRECİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN KARANLIK GEÇMİŞİYLE YÜZLEŞMESİDİR"
Prof. Dr. Ali Murat Yel, çözüm sürecinin tanımını ve bu sürecin bir devrim olup olmadığını şu sözlerle ifade ediyor: "Çözüm sürecini şiddetten vazgeçme, silahsızlanma, barışa yönelik adımlar atma ve toplumda kendini öteki olarak görmüş olanları kucaklama olarak anlamlandırırsak buna devrim diyebiliriz. Çözüm süreci Türkiye Cumhuriyeti'nin karanlık geçmişiyle yüzleşip ileriye yönelik atılan demokratik bir adımdır. Cumhuriyet tarihine baktığımız zaman günümüze kadar süregelen Kürt sorunuyla karşılaşıyoruz."
"KÜRT SORUNUNU İLK KEZ ÖZAL BİTİRMEYE ÇALIŞTI"
Kürt sorunu ilk kez Merhum cumhurbaşkanı Turgut Özal bitirmeye çalıştığını belirten Prof. Dr. Yel; Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın Bekaa vadisine aracılar göndererek çözüm arayışlarında bulunduğunu ve bu girişimlerin ardından PKK ilk defa ateşkes ilan ettiğini söyledi.
"ÇÖZÜM SÜRECİ İKİ PERDEDEN OLUŞUYOR"
Prof. Dr. Yel, 'Kürt sorunu' olarak adlandırılan bu sürecin başlangıcını Özal ile başladığını vurgulayarak şunları belirtti: "O dönemde Cumhuriyet tarihinde belki de ilk defa barışa yönelik çalışmalar yapıldı. Fakat Özal'ın ölümüyle birlikte kesintiye uğrayan bu çalışmalar tekrar AK Parti iktidarında ele alındı. 2009 yılında Oslo görüşmeleriyle hükümetin PKK ile görüştüğü ve çözüm arayışında olduğu ortaya çıktı. Bu çözüm sürecinin birinci perdesiydi. Sahnede AK Parti hükümeti, PKK ve aracı olan ülke bulunuyordu. Fakat hükümet bu projeyi yerli hale getirmek ve kamuya mal etmek için birinci perdeyi kapatıp ikinci perde açıldı. Bu defa masada PKK ve hükümet bulunuyor."dedi.
"SÜRECİN BASİT DÜZENLEMELERDEN İBARET OLMADIĞI GAYET AÇIK "
Çözüm sürecinde atılan adımları değerlendiren Prof. Dr. Yel: "Hükümetin TRT 6'yı yayına sokması, Kürtçeyi seçmeli ders haline getirmesi ve KCK tutuklularının çoğunun serbest bırakılması Doğu ve Güneydoğuda olağanüstü halin tam anlamıyla sona erdirilmesiyle bu sürecin basit düzenlemelerden ibaret olmadığı gösteriyor."şeklinde konuştu.
"HALKIN YÜZDE 75'İ ÇÖZÜM SÜRECİNİ DESTEKLİYOR"
Türkiye'de yaşayan kesimler açısından çözüm sürecinin birçok tanımı yapıldı. Kimi gruplar bu süreci "hainlik" olarak yorumlarken, kimisi "demokratik atılım" süreci olarak tanımladı. Türk kamuoyu bu süreci nasıl yorumladı? Halkın çözüm süreci deyince aklına ne geliyor? sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Yel: "Türkiye kamuoyu süreci tam anlamıyla içeriğini bilmese bile bu konuda bir fikir sahibi. Hükümetin süreci devam ettirirken amaçlarından biri de süreci Türkiye olarak devam ettirmek ve halkı sürecin dışında bırakmamak. Bu anlamda toplum sorunlarına duyarlı ve bu alanda gönüllü olarak çalışabilecek insanlardan akil insanlar heyeti oluşturuldu. Akil insanlar yurdun 7 bölgesini 81 ilini gezerek yaptıkları toplantılarla halkı da sürece dâhil etti. Gittikleri çoğu yerlerde sevgiyle karşılanırlarken protesto edilerek karşılandıkları yerler de oldu. Ülkemizdeki kesimlerin yüzde 75'ine yakını sürece destek verdi ve vermeye devam ediyor."dedi.
"CHP VE MHP SEÇMENİNDEN DE SÜRECİ DESTEKLEYENLER VAR"
CHP seçmeninin yarısından fazlasının süreci desteklediğini, MHP seçmeninin de destekleyenlerin de olduğu son yapılan anketlerden anlaşıldığını söyleyen Prof. Dr. Yel toplumun sürece bakışını şu sözlerle dile getirdi: " Ben çözüm sürecini demokratik bir atılım ve bütünleşme olarak görüyorum. Yapılan araştırmalar sonucu ülke nüfusunun büyük çoğunluğu sürecin devam etmesini ve barışa tam anlamıyla ulaşılmasını istiyor. Bu noktaya gelinmesinde hükümetin gösterdiği çabalar, en azından, Türkiye halkının büyük bir çoğunluğuna bu ülkede böyle bir sorunun olduğunu kabul ettirebilmek bile bence bir başarıdır. Yakın zamana kadar bu sorunun dile bile getirilemezken kamuoyunun artık şiddet yoluyla değil de barışçıl bir yöntemle problemin çözümüne hazırlanması oldukça önemli bir ilerlemedir. Ama bu sürecin ne anlama geldiği üzerinde kamuoyunda henüz tam bir mutabakat olmaması ülke içerisindeki dengelerden kaynaklanabilir ama en azından her iki tarafın uzun bir süreden beri birbirlerinin iyi niyetini test ederek temkinli yaklaşmaları karşılıklı olarak tatmin olabilecekleri bir sonuca doğru ilerlemesi ümit vericidir."
HÜKÜMETİN TAVİZ VERMEYECEĞİ İKİ KONU: KAMU DÜZENİ VE ÖZERKLİK
Çözüm sürecini kapsamında atılan adımların yeterli olduğunu olmadığını ve bu süreçte yapılması gerekenleri zamanla ve karşılıklı olarak yapılması gerektiğine belirten Prof. Dr. Yel; "Hükümetin süreç içerisinde taviz vermeyeceği en önemli iki konu, silahsızlanmanın ertelenmesi bir başka deyişle kamu düzeninin sağlanması hususu ve ayrı bir devlet kurulmasıdır. Öcalan ve HDP açıklamalarında ayrılmak gibi bir amaçları olmadığını, aksine yapılacak reformlarla bütünleşmeyi ilke edindiklerini sık sık dile getirmektedir. Süreç; tek taraflı olmadığı gibi atılacak adımların da tek taraflı olması yeterli değildir. PKK'nın silahsızlanmaya yönelik atacağı her adıma karşılık şüphesiz hükümetin de yapacağı çalışmalar olacaktır."
ÇÖZÜM SÜRECİ İÇİN ATILABİLECEK EN BÜYÜK ADIM: YENİ BİR ANAYASA
Çözüm sürecinin tamamlanması için en önemli adımın yeni anayasası söyleyen Prof. Dr. Yel şunları söyledi: "Unutulmamalıdır ki süreç, karşılıklı müzakerelerle yürütülmesi gereken oluşumdur; taraflar, daha doğrusu ve öncelikle Kürt tarafı öncelikle önerilerini masaya getirip karşılıklı mutabakat sağlamaya çalışmalıdır. Hem çözüm süreci için hem de demokratik bir Türkiye için atılabilecek en büyük adımlardan biri de yeni bir anayasadır."
"BİR DEVLET TERÖR ÖRGÜTÜ YA DA LİDERİYLE GÖRÜŞEBİLİR"
Son zamanlarda belki de çözüm için atılan en somut adım; hükümetin Öcalan ve Kandil ile görüşüyor olması. Bu durum Türk halkının zihninde bir terörist lider ile nasıl görüşülür şeklinde yorumlara neden olmaktadır. Bir devlet terör örgütü veya lideri ile görüşmesini değerlendiren Prof. Dr. Yel: "Devletler vatandaşlarının mutluluğu için var olan yapılardır ve aynı bayrağın altında yaşayan her kesimin mümkün olabildiğince memnuniyetini sağlamaya çalışmalıdır. Bana göre bir devlet terör örgütü ya da lideriyle görüşebilir, hatta karşılıklı bir anlaşma da sağlayabilir. Bu son derece normal ve olağandır."sözleriyle dile getirdi.
"PKK, SADECE ASKERİ YÖNTEMLERLE BİTMEZ"
Hükümetin PKK ile masaya oturmasını değerlendiren Prof. Dr. Yel: "Söz konusu insanların yaşamasını sağlamak, onları huzura kavuşturmak ve ekonomik kalkınma gerçekleştirmekse devlet örgüt ile masaya oturabilir. Bugüne kadar sorunu bölgesel bir terör sorunu olarak görüp, çözümün sadece askeri yöntemlerle sağlanabileceği anlayışı artık iflas etmiş ve binlerce insanımızın hayatına mal olan bu tecrübeden sonra barışçıl yöntemlerle sorunun çözülmesi gerektiği fikri belirgin olarak ortaya çıkmıştır."dedi.
Özel röportaj: Melek Gedik

7 Ocak 2015 Çarşamba

SENİ DÜŞÜNMEK...

Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden

En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...

Fakat artık ümit yetmiyor bana,


Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum.

Nazım Hikmet Ran

21 Kasım 2013 Perşembe

Mesele tam olarak neydi? Hatırlayan var mı?

Vatanımın en büyük özelliklerinden biri; tam bir haber cenneti olmasıdır. Yani, bu ülke habersiz kalmaz. Çünkü bu ülkede olaylar, olağanüstü haller, flaş açıklamalar hiç eksik olmaz. Anlayacağınız, gündem fevkalade yoğun... Bu yoğun gündem arasında ise asıl; irdelenmesi gereken Türkiye'nin gerçek sorunları mütemadiyen örtbas edilmektedir.
Tabi bu gündemi değiştirmeye çalışanlar sadece siyasi partiler yada siyasi liderler değil; bunlara çanak tutan gazeteler, televizyonlar ve sivil toplum örgütleridir. Memleketim, sabun köpüğü gündemlerle her gün haşrolmaktadır. 
Genellikle tartışma üslubu da sıkıntılıdır memleketimin insanlarının. Farklı görüşte olmak , farklı düşünmek demek ! “Şerefsiz”, “Haysiyetsiz”, “Namussuz” damgasını anında yemek demektir...Sağ duyulu , sakin  konuşabilen insan sayısı oldukça azdır.
Kısacası demokratik (!) bir ülkede herkes kendi çapında demokrasi (!) kavgası içinde...Ee bu kadar yoğun gündemin içinde , bir de eleştiri kültürümüz olmayınca ,  üsluptaki müthiş salvolar nedeniyle, gerçek meseleler  tartışılıp çözülemiyor.
Yazının asıl detaylarına girmeden önce lütfen biraz “üslup”(!) diyorum. Yoğun(!) gündemimizin  son günlerde tartışılan konularından bir tanesi “ Dershanelerin kapatılma” olayı.  O kadar ki mevzu sosyal medya da TT’den inmiyor. Hatta, kantar’in topuzu o kadar kaçtı ki koca koca adamlar unvanlarına (!) bakmadan konuşuyorlar. Maalesef sadece konuşuyorlar (Düşünmeden!) Konuya gündemi meşgul eden taraflardan ziyade, biraz öğrenciler açısından biraz da öğretmenlerimiz açısından bakalım. Ee tabi bir de asgari ücretle geçinmeyen çalışarak, evlatları iyi eğitim alsınlar, diye kıyıdan köşeden  para artırarak okutan değerli  ailelerin durumuna da bakmak lazım .
Sahi tam olarak mesele neydi?  Bu kadar gürültünün içinde at misali yarışan çocuklar için bir kar sağlandı mı? Yada  dershane sistemi içinde pardon(!) “ticarethane” sistemi içinde hafta da 6 gün mütemadiyen “esnek” saatler adı altında çalışan güzide öğretmenlerimizin dertlerine çare bulundu mu? Peki ya, çocuğu okusun,  diye ek iş yaparak taksiye çıkan memur amca bu gürültüden sonra işi bıraktı mı? Sorular, sorular, sorular...Bitmiyor bitemiyor...Çünkü  soruları yanıtlayacak sahici bir muhatap bulamıyoruz.
Eğitim sistemi,  o kadar çarpık ve hantal ki bir türlü kimse çözüm üretemiyor. Son 11 senede 5 milli eğitim bakanı değiştiren bu önemli(???) yapı için, kimse elini taşın altına koymuyor. Sanırım ya kimsenin işine gelmiyor yada bürokrasiye kimse kafa tutamıyor...En kötü teori ise; tabi ki gizli güçler (!!!) kalkınmamızı engelliyor.  Bu sistemde her yıl sınavlar biteviye şekil ve içerik değiştirirken, köklü ve radikal hiçbir değişiklik gündeme gelmiyor.
Parlak zekaların, idealist öğretmenlerin , bu acımasız eğitim sistemi  içinde felekleri  fena halde şaşmış durumda. Herkes isyanda! Öğrenci oyun oynamak  için, öğretmenler ise aileleri ile vakit geçirmek için hafta sonlarını geri istiyor. Sonuçta temenni edilen, “ Sınavsız bir dünya”!!! Kulağa çok hoş geliyor. Peki bu mümkün mü? Maalesef bu eğitim çarkında geçmiş biri olarak diyorum ki, hayır.  Neden mi? Çünkü imkansız olanın sınırı bize öğretildi , hatta, realist düşüne düşüne hayal sınırlarımız bürokratik çemberler arasında sıkışıp, kaldı.  Peki , sınav yapalım da,  nasıl yapalım? Bir diğer mesele de bu.
Peki asıl konuya dönersek... Dershaneler kapatılsın mı? Elbette. Ama 12 yıllık eğitim döneminde 4+4’ün kaç olduğunun öğretilemediği  sistemde, öğrencilere çok zor  düzeyde“ türev”, “integral” gibi sorular soran üniversite sınavına kim hazırlayacak ?  Öğrencilere kim öğretecek ?  Kutsal(!) dershaneler... Emin olun öğretiyorlar da.  İyi taraflarıyla kötü taraflarıyla dershanelerde bu sistemin kurbanlarından biri. 
Ülkemizde bütçenin ilk sırasında yer alan,  milli eğitim,peki neden hala bu kadar topal yürüyor?  Bu ayrılan büyük miktarda çarpık ve hantal yapıyı yenilemeye yetmiyor.  Koca koca adamlar kaç senedir bu meseleyi çözmediler yada çözmek istemediler (!)...
Tabi, bütün mesele sabun köpüğü gündemin içine hapsedildiği, gerçek tarafların düşüncelerinin yansıtılmadığı, bir sosyal devlet politikası haline gelmediği ve tepkiler ideolojilere kurban edildiği sürece de çözülemeyecek.
Olan kimlere mi olacak? Bir maratonu içinde at misali koşuşturan çocuklara...robot entarisi giyinmiş idealist öğretmenlere... gözlerinin altındaki mor halkalarla taksiye çıkan memur amcalara olacak.
Bu yoğun tartışmanın içinde tek temennim ise ; öğrencilerin, öğretmenlerin ve ailelerin maddi – manevi  yıpranmadığı,  köklü bir eğitim sisteminin getirilmesidir.


Melek GEDİK

19 Eylül 2013 Perşembe

YÜREĞİ MİNİK,AYAKKABILARI YENİİİ :)

Artık onun ayakkabıları var, hem çok güzel hem kaliteli.Alındığında yolda ayaklarına bakmaktan yürüyemedi.

Arkadaşlarına gösterdi “güzel mi,
  yakıştı mı?” diye.  Hatta altlarını  silip eve almış ki, evde de giysin. Acaba en son ne zaman istediği ve güzel bir ayakkabıyı ayağına giymişti bilemiyorum. 

Allah’a binlerce şükürler olsun ki, çok güzel geri dönüşler oldu yazıma.

 Kimisi öğrenci olduğu halde harçlığından feragat etti, kimisi güzel  ve temiz eşyalar göndermek için harekete geçti. Tanımadığım, bilmediğim, yüzünü hiç görmediğim insanlardan mailler aldım. Herkesin ne kadar üzgün olduğu ve yardım etmek istediği yazdığı satırlardan anlaşılıyordu. Bu kadar bir olmak, aynı şeye üzülmek, aynı derde ağlamak beni  çok mutlu etti. Kayıtsız kalmayan herkese çok ama çok teşekkür ederim...

 Onun haricinde; evet güzel şeyler oldu, fakat bunlar yetmiyor maalesef. 4 çocuk, bir de anne ihtiyaçları kısa süreliğine giderilmişte olsa bu yeterli değil..

 Hem ayakkabılarını göstermek, hem de sizlere daha fazla ulaşabilmek adına tekrardan yazıyorum bunu.  Bize devamlı bir şeyler lâzım.. Yazının okunma oranı çok yüksek ama geri dönüşü- iyi de olsa- okunmaya göre az.

 Burası internet ortamı olduğu için güvenirlilik açısından tabiki de bir garanti veremiyorum size. Kendimi ne kadar anlatsam olmaz. O yüzden ben size sosyal medya hesaplarımın linklerini de vereyim en azından belki oradan bakar, iyi niyetli olduğumu anlamaya çalışırsınız. Bu da yapmak istediğim bir şey değil aslında ama, başka bir çözümüm yok.
J

İmkânı olanlardan tekrar rica ediyorum. Yüzündeki gülücükleri sizlerle paylaşmayı çok isterdim, fakat rencide etmemek, kırmamak adına yapamıyorum.

Tekrar duyarlı olanlara teşekkürlerimi sunarken,  yazıma rastlayan ve imkanı olan kardeşlerimizin harekete geçmelerini rica ediyorum.

Bu ayakkabıların sahibine yardım için yazdığım ilk yazının linki:  http://demliicay.blogspot.com/2013/09/yuregi-minikacs-kocaman.html


Pınar KÖSE

17 Eylül 2013 Salı

YÜREĞİ MİNİK, ACISI KOCAMAN.

Öncelikle yazıyı okumadan önce, fotoğrafa dikkatli bakmanızı rica ediyorum.

 Bu ayakkabılara bakınca hepimizin gördüğü şey aynı olmalı: "ayakkabılar eskimiş". Buraya kadar tamam, sıkıntı yok ve evet tespit doğru. Ama bu ayakkabı 9 yaşında tevazuyu öğrenmiş,hanımefendiliği benimsemiş, güzeller güzeli bir kıza ait. Ayakkabıya dikkatli baktığınızda, eskiliğinin haricinde ayakkabının arkasına basıldığını da görüyoruz?

 Hani bizler o güzel ayakkabıları ilk giydiğimizde vurunca ve dayanılmaz hale gelince arkasına basarız ya, onun gibi bir şey sanılabilir. Ayakkabı arkasına basmak yalnızca ağrıdan olmuyormuş bazen, bu güzel kızla birlikte biz bunu öğrenmiş olduk ailecek.

 Bu huyu ayrı, yüzü ayrı güzel kardeşimiz, 4 kız kardeşin 3 numarası... Babası bırakıp gittiği için, yaşının kaldıramayacağı bir telaşenin içine düşmüş. Ayakkabılara gelince ben hayatımda eskimiş, yırtılmış ayakkabı giyen çok gördüm. İçim sızlar hep, Rabbim derim sen yardım et. Ama eskiliğinin haricinde, küçük geldiği ve yenisini alamadıkları için arkasına basa basa gezeni, okula gideni ilk kez görmüş oldum. Yüreğimiz yandı. Bu yavrucak böyle okula gidiyor, arkadaşları bahçede tazı gibi koşarken o ayakkabısına mı sahip çıksın, 9 yaşında minicik kalbinde taşıdığı o büyük acılara mı? Evet, bir ayakkabıyı arkasına basa basa yürümek zorunda, çünkü alamıyor. En ucuzunu da alamıyor, zaten iyisinden söz etmiyorum.

Okullar açılalı 2 gün olmasına rağmen daha formasını giymek nasip olmamış. Neden? Çünkü bir forması yok. Büyüme çağında ve çok uzadığı için forması olmuyor.
Babası bırakmış gitmiş; annesi 4 kızına sahip çıkmaya çalışırken tabiki ev sahipleri,alacaklılar kapıda.

Şimdi bizler buna şahit olduk. Ben daha önce de böyle işlere kalkıştım, bazı arkadaşlarım -haklı olarak- bana çocuğun gidip evinde görülüp, görülmediğini sordular. Bu sefer eminim, bu sefer gördüm ve kefilim. Ben diyorum ki, hepimizin verecek bir şeyleri vardır. Kimimizin 5-10 lirası, kimimizin giymediği güzel giysileri, kimimizin sadakası... Çünkü bu kızlar; 17,15,9 ve 3 yaşında... Yani talepleri var.

Ben sizden kardeşiniz olarak rica ediyorum. Ne olur, okuyup geçmeyin elinden tutup kaldıralım. Nerede ne şartta olursanız ben sizinle iletişime geçmeye razıyım. Evlerinize, kapınızın önüne kadar gelirim, yeter ki yardım etmek isteyin.

Bir çocuk, bir genç kız, bir bebek günahsız bu kızların gönüllerini hoş etmek, sizi Allah'ın rahmetiyle muhattap edebilir.


Pınar KÖSE

16 Ağustos 2013 Cuma

Postallar arasında siyah önlük giyemedik ama…

Bu sabah garip bir hava kokuyor dışarıda. Ellerimle uykulu gözlerimi ovuşturuyorum… Odamdan çıkarken yatağımın yanında asılı duran siyah tertemiz, ütülü önlüğüme bakıp gülümsüyorum… Takvim yapraklarına takılıyor gözlerim… Gidip diğer günün yaprağını yırtıyorum ve karşıma yeni günün tarihi çıkıyor. 12 Eylül 1980…
Yüzümü yıkadıktan sonra televizyonu açıyorum.  Televizyon diyoruz;  Siyah- beyaz gösteren bir kutu. Artık hayatımızın vazgeçilmezlerinden. Ekranda tek kanal TRT.
TRT’nin güzel sesli spikeri Mesut Mercan ekranda. Elinde bir kâğıt o tok sesi ile bir şeyler okuyor. Fakat bu sabah sesinde bir burukluk var hissedebiliyorum.  Okuduğu sözlerin birkaçını anımsıyorum.
Yüce Türk Milleti adına…
Ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Sıkıyönetim,  silahlı kuvvetler,  yönetime el koymak bu kelimeleri ilk defa duyuyorum. Sonra televizyonu kapatıp odama gidiyorum. Bir yandan annemin mutfaktan gelen sesini dinliyorum.  Tabak çatal sesleri çınlıyor kulaklarımda. Annem de garip bir neşe var.
 ‘ Sonunda savaş bitti yönetime asker geldi’  diyordu.
‘ İyi tamam da anne asker niye geldi? ‘ kimse bana açıklama yapmıyordu.
Annemin tek açıklaması,  ‘bundan sonra rahatça sokağa çıkabileceksin’ oldu.
  Sokağa rahatça çıkmak sözü çok güzel geldi kulağıma. Çünkü biz dışarıya rahatça çıkamazdık. Niye mi?
Hatırlıyorum da bir gün annemle Fatih camisine gitmiştik. Annem avluya sokmadı ama ben gördüm. Çok genç bir çocuk kanlar içinde yatıyordu. O günü asla unutamadım.
 Daha sonra bahçeye çıktım. ‘Tak tak’  diye sesler geliyordu. İlk siyah postalları bahçe kapısının arasından o gün gördüm. Postallı askerler sokağın başında sonuna doğru bütün evlere giriyordu. Herkes memnun gibi görünüyordu. Türk bayrakları asıyordu komşular…


Aradan 2 ay geçti. Okullar açıldı. Siyah önlüklerimizi giyip,  postallı ağabeylerin dolaştığı okul yolunu tuttuk. Daha sonra bu olaya  ‘askeri darbe’ dediler. O zaman kelime hafızama bir kelime daha eklendi: Darbe…
Evet, 12 Eylül 1980 sabahı,  o günü çok iyi hatırlıyorum.  Daha 10 yaşındaydım. Aslında,  Türkiye'nin kara günleri başlamıştı.  Bugün 43 yaşındayım. O günden sonra işkence, acı, gözyaşı, yoksulluk, sıkıntı dolu yıllar art ardına sıralandı.  Bugün hala darbeleri konuşuyoruz. Bugün hala acı ve gözyaşının dinmediğine şahit oluyorum.  Darbe sadece bu coğrafyanın değil tüm dünyanın ortak acısı… Dünyanın özgürlüğü hala prangalara, postallara mahkûm… Bu sözler 12 Eylül sabahını yaşayan bir çocuğun bana hissettirdikleri.
Bugünün çocukları postallar arasında siyah önlükler giymedi ama bugün postallarla yapılan darbelerde ölen binlerce insana şahit oldular.  Darbenin coğrafyası, zamanı, yapanları değişti ama bir tek postalları, acısı,  gözyaşı hiç değişmedi.  



Melek Gedik

12 Temmuz 2013 Cuma

BİLİYORUM HATIRLAMAZSIN

Artık ayaklarım geçmiyor o yollardan. Hatırlıyorum da her gün nasıl hevesle gitmek isterdim  giriftli  İstanbul sokaklarına...Her sokağını keşfetmek, her durağında havasını solumak.Şimdi mazinin tozlu raflarında kaldı heyecanlarım...Artık uğramıyorum Lale sokağına, Emirgan Korusu’na,  Büyük adaya.Nedeni bilinmez ama yüreğimden hatıraların silindikçe, içimdeki sevinç mekanları da azaldı. Onlar azaldıkça gözyaşlarım da...Biliyorum nedenini ; lakin kelimeler ile de olsa anlatılamıyor bazı sevdalar. Gümüşsuyu’dan Dolmabahçe’ye yürürken susmadan konuştuklarımızı hatırlıyor musun? Fatih’deki  büyük parkta birbirine düğümlenen duygularımızı hatırlıyor musun? Süleymaniye’deki küçük kahve dükkanını hatırladın mı? Nasıl da koşardık iki demli çay içmek için.
Biliyorum hatırlamazsın.

Eskiden olsa ağlardım seni hatırladıkça...Ama mazi silindikçe gözümden, nemli bulutlar fazla yağmıyor göz kapaklarıma. Biliyorum hep bir hayal kırıklığı kalacak içimde. Fakat merak etme gün geçtikçe daha çok berraklaşıyor mazi...dışarı çıkmaya korktuğum zamanlar çoktan geçti.  Ben artık Sarıyer sahilinden güneşe “merhaba” demek istiyorum.  Hatıralara dolanan ruhum artık nefes almak istiyor. Sanırım bugün doğru zaman...Seni hatırladıkça korktuğum İstanbul’a tutunmak istiyorum. Tutundukça senli İstanbul’da kaybolmak...
Biliyorum hatırlamazsın.

Ben seni İstanbulum yaptım,  sen beni sensiz İstanbul’a mahkum ...

Melek GEDİK

Fotoğraflar: Pınar KÖSE